29 Nisan 2009 Çarşamba

purtroppo posso parlare l'italiano!

dünyada zibilyon tane dil varken italyanca öğrenme hevesim dillere karşı olan merakımla açıklanamaz pek tabi.
açıklanır açıklanmasına da, "neden italyanca" derler; bir ressama neden resim diyen halk kitleleri.
akademiksel heveslerimin başında, merhum hukukçuların yaptığı iktibasın neticesi ceza kanununu "derinlemesine" öğreneyim diye başlamıştım italyanca kursuna.
yani çin'den alınsaydı ceza kanunumuz şu an çince bir başlıkla sesleniyor olacaktım sizlere.

dil öğrenmek heves işi mi yatkınlık işi mi bilemiyorum.
bende her ikisi de olduğu için üzerine düşünme gereği duymadım doğrusu.
10 aylık kurs neticesinde italya'ya gittiğimin 3. günü ev sahibim paola ile günlere gitmeye başlamıştım.
ben sürekli ağlayınca kadıncağız dayanamış beni gezmeye götürmüştü.
yaşlı teyzelerin bile dilinden anlıyorsam ben bu işi bitirmişim diye düşünmüştüm.
teyzelerin dilinden anlamayı ortak zevkler paydasında ele alırsak benim bittiğim de düşünülebilir tabi.

kendimi sokaklara vurup, etrafa türk bulma hevesiyle bakmak için bir banka oturduğum esnada bir amerikan yanıma oturmuştu.
o an ingilizcemin beynimi derinliklerine inmeye başlamasının ilk anlarıymış, anlayamadım.
şehir ingilizce ne demekti diye 3 saat düşünmemden anlamış olmalıydım halbuki.
o günü takip eden 6 ay boyunca tek kelime ingilizce konuşamadım.
ağzımı açacak oluyorum tam i am diyeceğim io sono çıkıveriyor ağzımdan.
beyinde yabancı dil merkezi diye bir yer varsa yurt dışındayken 2 dili birden çalıştırmıyor.
halbu ki burda ikisini de ayrı ayrı konuşabiliyorum, havasından mı suyundan mı artık neyse.

evet neyse; düz saçlıların dalgalı, dalgalıların düz saç istemesi gibi şu aralar ispanyolca öğrenmemiş olmanın pişmanlığını yaşamaktayım.
hadi melodisini, tıkalı burunla konuşuyormuş havasını bir yana bıraktım.
italyanca, minik devletcikleri saymazsak (gördüğüm ülkeler arasında sayarım ama, o ayrı) hepi topu 1 ülkede resmi dil.
42 ülke vatandaşı ise ilk sözcüklerini ispanyol dilinde söylüyor.
hal böyle iken gel de heveslenme.
javier bardem'in oscar teşekkür konuşmasındaki "hola mama" deyişini duyup da heveslenmeyecek kimse düşünemiyorum ben zaten.
javier'e değil, ispanyolcaya!

ispanyolca öğrenmem için daha bir mevsim geçmesi gereke dursun, ispanya biletlerini çoktan aldık.
ne yeşil pasaportumu lacivertiyle değiştirdim, ne vize var ne kalacağımız yer belli.
amma ve lakin hiç umrum değil.
bergamo havaalanında -mecburiyetten- uyumuş biri olarak, oralarda 5 yıldız konforunu aramayacağımdan hiiç telaş etmiyorum.
yalnız şu sıralar tek endişem domuz gribinin ispanyaya sıçraması.
meksika-ispanyolca-ispanya üçleminden gereksiz bir rahatsızlık duyuyorum.
onu da şu deyişle geçiştirmeye çalışıyorum;
madem ki yok kısmetin koy gözüne ismetin!
öperins!

hamiş: italyancaya çok haksızlık etmişim gibi oldu sanki.
kendisini de çok severim yanlış anlaşılmasın.

27 Nisan 2009 Pazartesi

acı nebahat çehre.

bir gecede 4 kilo verdiysem eğer,
biri kolumu bedenimden ayırmıştır.
bunu yapan sapık bir katilse eğer,
verdiğim sadece 21 gramdır.

feysbuk reklamlarına selamlarımla..
öperins!

25 Nisan 2009 Cumartesi

mail adresimin "nerdesin seni ne kadar da merak ettik" temalı mesajlarla dolu olmasını isteyip istememe konusunda kesin bir karar vermiş değilim.
zira realite beklentilerimi köreltmekte.
sorumlu yazarlığın gereği içinden de olsa nerde bu sevimlilik kumkuması kız diyenlere;
ani bir izin ve kararla uzaklara, yeşillere, gürültüsüz sakinliklere yol aldım.
3 gündür bel, çapa ve bilumum tarım aletinin ismini ve işlevini öğrendim.
aç parantez eşekten düştüm.
ayrıntıları bilgisayar başında zaman geçirmekten başka işim olmadığı zamanlarda yazacağım,
daha fazla yazıp yeşilden, temiz havadan mahrum kalmak istemiyorum.
çok mutluyum,
huzurluyum,
merak edenlere selam ederim...
öperins!

21 Nisan 2009 Salı

loft başucu kitabı

bir zamanlar blueblack diye bir kot rengi vardı
ne mavi ne siyahtı isminden de belli olduğu üzre.
aynı zamanlar LOFT adlı kot markası Türk gençleri arasında pek bi modaydı,
ısrarlı denemelerime rağmen kotun model itibariyle bana uymadığına kani olunca mavi jeansten blueblack kotumu almıştım.
ağzımdan çıkana göre blueblack loftun her çeşidinden güzeldi.
duble paçavari loft kota sahip olamamak içimde hep bir ukte olarak kaldı ama.
genç kızlar, hoşlanılan erkekler başta buz mavisi olmak üzere bin bir çeşidini giyerken bana da bakıp bakıp iç çekmek düşüyordu.
ne kotsa artık, üzerimde müthiş bir kıskançlık hissiyatı uyandırıyordu.
ne güzel kotlarıydın sen gençlerin Loft abla!!

aman yine ne saçmalıyorum ben.
daldan dala konan düşünce sistemim sayesinde lost'u düşünürken loft aklıma geliverdi.
serbest çağrışımlara bayılırım zaten.
serbest çağrışım dedim de aklıma kaynana semra geldi bak.
daldan dala daldan dala dal dal dal!

ne çarşamba akşamları eve misafir kabul etmeyecek kadar dizi bağımlısı ne de hiç Türk dizisi izlemem diyecek kadar ukala dümbeleğiyim.
gerçi doğruya doğru sürekli takip ettiğim hiç bir Türk dizisi kalmadı.
csi-ny dışında da televizyonda sürekli izlediğim bir dizi yok.
donald draper karizmasına binaen mad men dvd'de dizi keyfinin temsilcisi.
torrentle indirdiğim ve onunla tanışmadan önce dizi diye yutturulan şeylere lanet okuduğum tek dizi ise LOST.

ilk bölümden itibaren bağımlılık yapan lost'u 5 sezondur hiç sıkılmadan izliyorum.
“Jack mi sawyer mı”dan çok daha derin sorular ve bir türlü ortak paydada buluşulamayan cevaplar.
Şimdi ukalalık yapmayayım jack mi sawyer mı sorusu her sağlıklı bağyan gibi benim de aklımı kurcalamıştı zamanında.
Ama daha sonraki konular ve/veya sorular öyle bir kafa karıştırdı ki sawyer , jack ve benjamin ve hatta john aynı karizmada şu an benim için.

Lost’da karşılaştığım en büyük sorun bölümü ne kadar dikkatli izlesem de dikkatimden kaçan detaylar ve tabi ki unutkanlık.
Dizi başladığından beri yıllar geçti, her ayrıntı bir anlam ifade ettiğinden her şeyi de hatırlamamıza imkana bulunmadığından şu ana kadar sözlükteki entryleri okuyup hatırlayanların hafızasından yararlanıyordum.
Şu ana kadar diyorum çünkü az önce elime -gecikmeli de olsa- d&r’dan sipariş ettiğim Lost Başucu kitabı geçti.
yazım sürecini bizzat takip etmedim pek tabii ki ama uzun zamandır haberim olan ve merakla beklediğim bir kitaptı Lost Başucu Kitabı.
Emrah’ın (aslında ağabey diyesim geliyor) bu kitap üzerinde uzun zamandır çalıştığını biliyorum,
birkaç sohbetimiz de olmuştu buna ilişkin,
belki bu yüzdendir elime alınca sanki doğmasını beklediğim çocuğu kucağıma almış gibi sevindim.

Kitap adı ve arka kapağıyla da aşikar olduğu üzere 'Lost' ile bir şekilde yolu kesişmiş ve bu bağı güçlendirmek için hangi web sitelerini takip edeceğini, dizide hayati önemi olan geçmiş bilgileri nereden bulacağını bilemeyen, ama temelde dizi hakkında ahkâm kesmek isteyen her 'Lost' izleyicisine hitap ediyor.
Yani Lost ile alakamı cümlelere döksem ancak bu kadar tarif edebilirdim.
Lost ile bir şekilde yolum kesişti,
Bu bağı güçlendirmek için hangi web sitelerini takip edeceğimi bilmiyorum,
dizide hayati önemi olan geçmiş bilgileri nereden bulacağım desem tek cevabım ekşi sözlük.
Ama dizi hakkında ahkam kesmek istiyorum.
O zaman Lost Başucu Kitabı tam bana göre.
Bir de yazara imzalatırsam değmeyin keyfime..

Lost’un bu kadar fenomen olduğu bir dönemde kitabın büyük kitlelerce okunacağından şüphem yok,
Bana gelen son bilgilere göre Emrah bizi diskoya götürecekmiş bile..
Disko kralı Okan’a karşı, lost kralı Emrah!
Ovv çok eğlenceli olacağa benziyor!
Kitabımızı okuyalım, programımızı bekleyelim o halde.
Öperins!

18 Nisan 2009 Cumartesi

oy verene koy veriyorum!

malumunuz blog ödüllerinde kişisel kategoride yarışıyorum.
sandıkların %30'u açılmış durumda.
şu ana kadar hiç beklemediğim miktarda oy aldım,
açıkçası daha çok bekliyordum biraz hüzünlüyüm,
arkamda binler var biliyorum yalnız bu iyi bir şey mi onu kestiremedim.
binlerin olması değil de arkamda olmaları işkillendiriyor ister istemez.
zamanın kötü olmasına atıfta bulunan atasözü korkutuyor beni ne yalan söyleyeyim.

bizler inandık sen de inan diye bağıran yüzlerin sesi kulağımda yankılanıyor.
duyuyorum ve inanıyorum, güzel günler göreceğiz evet.
durmak yok oya devam!
hadi bakayım üşenmece yok.
bunları okuyup tebessüm ederken üşenmiyorsunuz da oy verirken mi üzüleceksiniz canlarım benim.
korkmayın, korkmayın latife ediyorum latife.
karar sizin ama pişmanlıklarınızdan ben sorumlu değilim, peşinen söyleyeyim.
(şimdi isterseniz korkabilirsiniz)

boş vakitlerimde de boş durmuyorum,
rakiplerimi tanıma amaçlı geziler yapıyorum.
kişisel kategorinin içinde ne ararsan var.
şairler, hobiciler, teknolojiler, ekonomistler..
hayır anlayamadığım çoğu için doğru alt başlıklar varken neden kişisele başvurmuşlar ki?
hadi başvurdular, o kadar onayda kaldı bloglar o zaman görmemişler mi organizatörler acaba?
neyse organizatörlere yalakalık yapmam gerekiyor şu aşamada, susayım ben iyisi mi.

"saat 10.00 şimdi tuvaletten çıktım, tuvalet kağıdı bitmiş, işlem yarım kaldı, bir koşu bakkala gidip en ucuzundan aldım" diyen adamla ben aynı kategoride yarışıyorum.
ben bö resmimi bile kendi ellerimle yaptım; emeğe saygı, rep, rest in peace yahu!
web log internet ortamında vücut bulan günlük olabilir ama tek yazabilildiği günlük aktivitesi olanlar da ben blog yazıyorum demesin bi zahmet.
teenage günlükleri adlı bir alt dal açılsın, bunlar orda yarışsın illa yarışmak istiyorlarsa.

oylama sürecinde böyle antipatik açıklamalar yapmam büyük kitleler üzerinde nasıl etki yapar bilemiyorum.
ama içimden bunlar geçerken "ayy tüm bloglar birbirinden güzel, hakeden kazansın" diyerek miss turkey tarzı açıklamalar yapamayacağım hiç kusura bakmayın.
ukalalıkla kendini bilmek arasındaki çizginin oldukça farkındayım zira öyle komik şeyler görüyorum ki!
blogunun dört bir tarafını "oy ver" bannerlarıyla dolduranlar mı dersiniz, tehditler savuran mı, kendine bile oy vermemiş olanlar mı.
blog ödülleri sitesinde uyarı gördüm mesela bugün; hediye karşılığı oy istemeyle alaklı uyarı yapmışlar.
çok güldüm.
siyasi büyüklerinden nasıl da etkileniyor zamane gençleri.
ee boşa dememişler imam gaz çıkarırsa cemaat tuvalete koşar diye.
koş canım koş sonun tunceli'dekine benzemesin de.
ben de oy verene koy veriyorum.
coğrafi şekil olanından.
nihohohoy!

şimdilik seçim nabzı bu şekilde.
umudum var, beklentim yok.
ödül ne diye soranlara "bilmiyorum",
neden yarışıyorsun o zaman diyenlere de,
"self abuse" diyorum.
nasıl anlarsan artık!
öperins!

17 Nisan 2009 Cuma

pilates kadar top düşsün başına!

nil'i çoğu ergen çocuksu bulsa da ben şarkı sözlerini pek beğeniyorum.
eşek kadar olmama rağmen halen çocuk ruhlu olduğumdan değil, öyle antipatik bir çabam da yok zaten.
en beğendiğim yönü kelime oyunları yapması bu nil'in.
şarkılarda kelimelerle oynayanlardan pek hoşlanırım zaten.
bana göre bunu en güzel icra eden mirkelamdır ve bu sebeple türkçe sözlü hafif müzikte kendisini tek geçerim.
mirkelam'la ilgili uzun uzadıya yazmak isterim ancak bu yazının konusu pilates.
nil'den girip pilatesten çıkmak zaten yeterince zorken araya bir de mirkelam, mika falan karıştırısam, bu yazı bol sebzeli zayıflama çorbaları tadında bir şey olur ki bundan ne siz ne de zayıflama sürecinde olsam bile ben hoşlanırım.

nil'in "madonna olacakmış" diye bir şarkısı var.
söyle deseniz tek bir notasını bile hatırlamıyorum.
ancak zamanında sözlerini kendime şöyle uyarlamıştım;

Madonna olacağım gülmeyin belki yaram var.
Çok gülümsedim mutsuz olmadım belli şakam var.
Beş dakika durup bir dinleyin belki bir sözüm var.
Hemem gitmeyin bekleyin ayrıca bişi var.
Sizden farklıyım, evet deyin "e sen öylesin"
Doğuştan starım "Aman" deyin nazar deymesin
Madonna olacağım gülmeyin...


cevabı içinde saklı gizli bilmeceler gibi son satırı ile herşeyi açıklayan bu sözleri pek beğenmiştim.
aradan uzun zaman geçmesine rağmen madonna olmak için bir çabam olmadı.
zaten hedeflediğim madonna ikonu, madonnanın 40'lı yaşlarındaki hali olduğundan 20 sene önceden ne yapsam boşa diye düşünmüştüm.
8 aydır tartı yüzü görmeyen bu ayakların ani bir kararla baskülün üzerine çıkması ve ardından boy-kilo orantımın gayet doğru ve eşit düzeye geldiğini görmemle çığlığı basmam bir oldu.
o günden beri ekmek, kola, çikolata ve bilumum abur cubur diye tabir edilen lanet olasıcalarla bağlantımı kesmiş bulunuyorum.
zayıflama hususunda bu sefer çok kararlı olduğumdan kimsenin ihtimal vermemesine kulak asmayıp belki de asıp, inatlarına pilates kursuna yazıldım.
madonna olmanın da ilk şartı pilates değil mi a dostlar?
pilatese gideceğim dediğim 10 kişiden 9unun istisnasız toptan bahsetmesi karşısında reklamların türk halkı üzerindeki inanılmaz etkisini anladım.
hatırlarsanız pilatesin ilk reklamını topun üzerinde yuvarlanan mehmet ali erbil yapmıştı.
bizim halk hala orda kalmış;

alle: pilates'e başlıyorum bugün.
halk: aa topun üzerinde mi yuvarlanacaksın?
alle:yok topu üzerimde yuvarlayacağım.
halk: nası yani yaaa?!
alle: yok canım top mop yok, nefes egzersizine dayanan bir kas geliştirme eylemi pilates.
halk: o zaman neden kursa gidiyorsun ki evde de yapılır o.
alle: hadi canım sen bi koşu yap da gel o zaman.

araştırmacı ve bildirmeci kişiliğimle pilatesin aslen ikinci dünya savaşı sırasında, joseph pilates tarafından yaralı askerleri tedavi etmek amacıyla geliştirilmiş olduğunu ve adını da muhterem şahsın soyadından aldığını söylemezsem çatlarım.
vücudu forma sokup kasları güçlendirmedeki faydasının tartışmasız olduğunu ve ilk dersten itibaren etkisini gösterdiğini söylüyorlardı.
bilimum kaslarımdaki ağrılardan, etkisnin fevkaladenin fevkinde olduğunun tecrübe ile sabit olduğunu söylemeliyim.
şimdilik pek memnunum, amemnuniyetim olursa seve seve paylaşırım.

ay ne çok yazmışım yine yahu.
madem madonna dedik yazıma madonna'nın american life şarkısının bir kuplesiyle son veriyorum;
I drive my mini cooper And I'm feeling super-dooper Yo they tell I'm a trooper And you know I'm satisfied I do yoga and pilates And the room is full of hotties So I'm checking out the bodies And you know I'm satisfied

ee sen de memnuniyetsizsen biz ne yapalım be mado?
öperins!

16 Nisan 2009 Perşembe

altın portakal; bir sanatçı masalı!

türk sinemasını, film adı olarak yaratıcılıkta sınırsız ama konu ve teknikte bir birinin tekrarı olan 70'ler seks furyasının haricinde çok severim.
aslında söz konusu dönem hakkındaki düşüncelerimi sevgi miktarı baz alınarak değerlendirmemek lazım.
zira o dönemi ilişkin tek bir film bile izlemişliğim yok.
kulaksal duygunluk ile tanışık olduğum "kokla beni melahat" "ayıkla beni hüsnü" hoş bir gülümseme yaratsa da yeşilçamın sonunun başlangıcı ve hatta bizzat sonu oldukları gerçeği karşısında sinirlenmeden edemiyorum.

aklımın ermeye başladığı çağlarda, türk sineması sinema salonlarından çok çok uzaktaydı.
sinemada izlediğim ilk türk filmi istanbul kanatlarımın altında desem sanıyorum hafızamla bir çelişkiye düşmem.
ardından eşkıya ve yeniden kendine güveni gelen türk sineması.
senede yüzlerce film çeken yeşilçam günlerine dönemedi belki ama çok güzel işler başardı ve başarmakta.

çok beğenilen ve gişe başarısı yüksek olan filmlere karşı ödül verenlerin ön yargısı anlayamadığım bir konu.
kimilerince duygu sömürücüsü ilan edilen çağan ırmak'ın ıssız adam neyse de babam ve oğlum'la ödül alamamasını anlamış değilim mesela.
bir filmin kaba deyimle reytinginin yüksek olması daha da kaba bir deyimle halkımızca bokunun çıkarılmasında yönetmenin ne gibi bir suçu olabilir?
sanat toplum içindir felsefesi ödüllerde işe yaramıyor anlaşılan.

altın portakal'ı ele alalım mesela, hatta altın portakal 2008'i irdeleyelim.
pazar: bir ticaret masalı altın portakal'da en iyi film dahil 4 ödül aldı malumunuz.
gittim gördüm.
aslında "yumurta" deneyiminin ardından ödüllü filmlere tövbeliyim arkadaş dediysem de tutamadım kendimi işte.
oysa jüri özel ödüllerine layık görülen filmler damak tadıma daha bir yaraşıyor; yaşamın kıyısında, takva, mustafa hakkında her şey (çağan ırmak ama gişede iyi hasılat yapmayanından) gibi..
benim gözümle pazar, ben hopkins'in iyi niyetli bir çalışması olmuş.
film başladığında rojin'in etnik şarkıları bir slumdog havasını yakaladığımızı sanmamıza neden oldu.
güzel şarkılar, etnik unsurlar, fakirlik hepsi mevcuttu.
ancak filmin baştan sona aynı heyecansız çizgide ilerlemesi,
tam bir şeyler olmasını beklediğiniz anda bitmesi ödüllü filmlerden beklentinizi de alaşağı ediyor.
-dikkat filmle ilgili ayrıntı-
baş karakter mihram'ın film tanıtımında bile uyanık olarak nitelendirirken film sonunda kurtlar sofrasına yem olması, evinde doğru düzgün televizyon bile yokken jack nicholson taklidi yapabilecek kadar onu gözlemlemiş olması, şivelerdeki kayma filmde verilmek isteneni bana yanlış aksettirdi.
-dikkat filmle ilgili ayrıntı bitti-
sonuç; tatminsizlik ve/veya eksikliği kendinde aramanın verdiği kafa karışıklığı.

pazar'dan aldığım dersle, tam bir sanatçı vizyonuna sahip olmadan bir daha altın portakallı film izlemeyeceğime sizin huzurunuzda söz veriyorum.
sanat sanatçı içindir nitekim.
ben değil jüri öyle diyor.
sanatçı olmayana ise ıssız adamı izleyip izleyip ağlamak kalıyor.
öperins!

14 Nisan 2009 Salı

ıh l'amour!

ne mutlu bana ki 9YIL=108 AY=3285 GÜN=78840 SAAT=4.730.400, 401, 402 ... SANİYEdir seninle nefes alıyorum.
100. postumu da sana adıyorum, güle güle kullan.
öperins!

13 Nisan 2009 Pazartesi

görünmez canavarlar!

bazı filmler insanın çaylaklık zamanına denk gelir.
sinema kültüründen uzak öylesine izlenmiş bir film sonradan kült hale gelmişse, sen de git gide "gerçek" sinemadan anlar hale gelmişsen tekrarlar kaçınılmazdır.
sene 2001, katıldığım bir tv programında avrupa sinemasını sevmediğimi zira çok renksiz olduğumu söylemiştim.
avrupa sinemasını fransız donuk filmlerinden ibaret sanıyor olmalıyım.
sene 2000, fight club'ın yanlış kişilerle izlenilmesi çaylakllıkla birleşiyor ve bir kült film avuçlardan kayıp gidiyor.


chuck palahniuk'la fight club ile tanıştım,
yani tanışmışım, hatırlamıyorum.
geçenlerde dublörün dilemması'nı okuyup ardından yorumlara bakıyorken tekrar karşılaştık.
bu sefer görmemezlikten gelemedim.
gösteri peygamberi kalın geldi görünmez canavarları aldım.
uykum geldiği için anlamadığımı sandım.
ayık kafayla okuduğumda da sayfa tekrarı yapınca kitabı bırakacak oldum ama herkes bir şansı hakeder.
hayal gücüm geniş olması chuck palahniuk'un uçsuz bucaksız evreninde ayaklarımın yere basmasını sağlayamadı.
değil olan biteni, karakterlerin sıfatını bile gözümde canlandıramadım.
hiç bilmediğim bir dili çözmek 30-40 sayfama mal olduysa da sonradan açılan arap atı misali kitaba kapılıp yuvarlandım.
palahniuk okuyucusuna acımıyor.
vuruyor, sarsıyor ve (benim için) en önemlisi şaşırtıyor.
mideniz bulansa, kafanız allak bullak olsa da çoğu zaman palahniuk'un kelimeleri kullanmasındaki ustalığına şapka çıkarıyorsunuz.
kitap filme uyarlanıyormuş.
2010'da gösterime girecek, hayal gücü sınırlarım açısından merakla bekliyorum.

bir yazarın/yönetmenin referansı yine kendisi oluyor.
görünmez canavarlardan aldığım referans ile yine bir chuck palahniuk uyarlaması olan "choke" u izledim.
eğer palahniuk uyarlaması olduğunu bilmesem beğenebilirdim ancak ...
fight club'ın milyonların sevgilisi olması ve choke'un adının bile bilinmemesi düşüncelerimi açıklayabilir sanıyorum.
kitap uyarlamaları okuyucuları her zaman hayal kırıklığına uğratır, bu bir gerçek.
ancak henüz kitabı okumamış birini dahi hayal kırıklığına uğratıyorsa bir film, başarısızlığı gün gibi aşikardır.
ancak önümüzde fight club gibi bir referans varken choke'a rağmen invisible monsters'dan umutluyum.
bekleyeyim göreyim,
hala yazı yazıyor isem yazayım hatta..
bugünkü yazıma şu enfes söylemle son vereyim de anlayan anlasın;
ne kadar ekmek o kadar köfte!
öperins!

soru(n)?

sizin de ara ara yazdıklarınızı okuyup, o yazıyı yazmamış olma ihtimalinizi sevdiğiniz oluyor mu?
yılmaz erdoğan'dan hoşlanmamanıza rağmen hem de.
yoksa kendi parçanız olan çocuğunuza tokat attıktan sonra ki gibi bir pişmanlık mı oluyor kendi yarattığınızı beğenmediğinizde?

11 Nisan 2009 Cumartesi

pıssız adayım!

yerel seçimlerde mahallemizde hacı amcaya ayıp olmasın diye aday olmadığımı yazmıştım.
çok hürmetperver bir mahalle olacağız ki herkes benim gibi düşünmüş.
hacı amca tek başına aday olup kendi oyuyla bir 5 yıl daha muhtar seçildi.
blog ödüllerini görünce de aynı saygıdeğer ruh haline büründüm,
senin etin ne budun ne yavrum dedim kendi kendime;
"ablaların ağabeylerin dururken sana ne oluyor"
sonra içimi hoyrat bir güven duygusu sardı,
"ha haaaayt" dedim "gençsin, güzelsin, zekisin, eğlencelisin"
güven o an için beni realiteden uzaklaştırdıysa da önemsemedim.
girdim siteye bastım entera bastım entera!
ve karşısınızda 2009 blog ödülleri kişisel/eğlence kategorisi adayı; Alle Grande!
seçimfotoğrafı için erol atar'a gittim, işi bırakmış.
ricacı oldum,
kendi beninden fotoşopla bana da yapmak şartıyla kabul etti,
kabul ettim.
kafama masumiyetin simgesi papatya tacı , elime şirinelik kumkuması kalpli asa tutuşturdu.
kolunu da şöyle kaldır da kendin çekiyormuşsun havası olsun, doğal dursun,halk doğalı sever dedi.
recep ivedik'i örnek gösterdi.
madem öyle recep icedik rol modelimiz olsun dedim.
kaşları ri modeli yaptık,
devamını içim kaldırmadı vazgeçtim.
big babolu balon yapıp suratımda patlatırken çekip nostalji yapacaktık,
zamanlamayı tutturamadı, yaşlanmış, kızamadım.
palyaço burnunun hikayesini ise ne siz sorun ne ben söyleyeyim.
fotoğrafımız da hazır olduğuna göre artık geriye promosyon kalıyor.
oylama hususunda gayet açık olacağım;
zira size oy verin demiyorum yazarım yazmasına da çarşaf gibi blog yazıp adaylığımdan bahsedince söz konusu söylem pek dürüst sayılmayacak.
oy verin bana canlarım!
verin ki moralim düzelsin,
moralim düzelsin ki daha eğlenceli yazılar yazayım,
daha eğlenceli yazılar yazayım ki siz daha fazla tebessüm edin!
görüyorsunuz her şey sizin için!
link de aramayın, buyrun ; http://2009.blogodulleri.com/
üye oluyoruz,
kişisel bloglara giriyoruz,
ctrl f yapıp "allegra" yazıyoruz,
oy veriyoruz!
işte bu kadar basit!
hizmeti ayağa getiren blog;allegra'nde hepinize saygılarını sunar.
öperins efenim!

10 Nisan 2009 Cuma

ahmet san' atçı mıdır?

allah sam withmore'dan razı olsun zira bloguma teşrif eden dış kaynaklı ziyaretçilerin yaklaşık yüzde ellisi " sem vitmor" aracılığı ile bana ulaşmışlar.
zaten onun haricinde de çok fazla absürd bir arama motoru vakam yok,
genelde allegra, alle, allegra.blogspot, allegra gay boy tarzı aralamalarla çıkıyorum, pastadan çıkan dansöz misali karşınıza..
bundan hareketle sadece sanatımla var oluyorum bu piyasada diyebilir miyiz?
bence deriz de bi alakası olmaz konu ile.
zaten ben konuyu sanata ve sanatçıya bağlamak için sormuştum bu soruyu, amacıma ulaştığıma göre devam edelim lütfen.

sanıyorum ülkemizden başka bir yerde sanatçı kimdir tartışması bu denli şevkle yapılmıyordur.
zaten bu sorunsalı bu kadar kafasına takan da yoktur evrende.
sanatçı kime denir? sanatçı doğulur mu sanatçı olarak sefil ölünür mü?
ahmet san' atçı mıdır?

sanat son verilere göre; edebiyat,müzik, heykel, resim, tiyatro, dans ve 7. olarak sinemadan müteşekkil.
ege kayacan'a göre sanat çocuk oyunlarından araklama;
şarkı söylemeler, resim çizmeler, asker kılığına girip rol kesmeler, kabahatinden heykel yaratmalar.. (tabi burda oyun hamurundan deseydi daha uygun olurdu ama sonuçta heykel çalışması da yapılıyor, materyal farketmez)
aslında mantıklı bir yaklaşım ancak benim derdim sanat nedir değil sanatçı kimdir problemi.
problem çözme konusunda çocuk yaştan alıştırmalı olan türk toplumu, matematikten 1 net yapmanın yaşama doğru orantısını bu tür poleNİKlere cevap bulamamakla görüyor.
beyaz "programıma o kadar kişi katıldı ilk defa ağzım dolu dolu sanatçı diyebileceğim birisiniz" dedi genco erkal'a.
doğrudur, ustadır, büyük oyuncudur.
ağzınız dolu dolu "sanatçı bu adam" dersiniz.
ajdar çıkar şarkı söyler, sanat icra eder ama ona sanatçı demeyiz, diyemeyiz.
desek ne olur peki?
genco erkal sanatçılığından mı kaybeder yoksa ajdarı dinlediğimizde vivaldi dinler gibi hüşu ile mi dolarız?

sanatçı sanat icra edendir;
yazar, kompozitör,heykeltraş,ressam, oyuncu, dansöz (tamam tamam dansçı) olur adı spesifik olarak ama nihayetinde sanatçıdır.
siz bu sıfatı herkese layık görseniz de görmeseniz de,
yan dairede gitar kalan çocuğu sanatçı saymasanız da,
hayatınız da bir kere bile dans ederken görmediğiniz baleti baş tacı yapsanız da,
güzel kız catwalk yapmayı rol yapmaktan önce öğrendiği için küçümseseniz de,
tartışsanız, didikleseniz, bulamasanız da,
sanat icra edene sanatçı derler!
büyük sanatçılar baki kalır küçükleri maki olur.
takmayın yani, geçer.

öperins!

9 Nisan 2009 Perşembe

2mim9!

mim deyince aklıma mim kemal öke ve kel kafası geliyor.
düşünün adam saç ektirdi bıyıkları kesti benim aklımda hala kel hali var.
artık bu sebeple mi yoksa zorundalığın ağırlığından mıdır bilemiyorum mimlenince ellerim terliyor, stres oluyorum.
zaten mimlenmenin kelime anlamına bakarsak-ki semantik yapımız buna davetiye çıkarıyor- başımıza gelenin iyi bir şey olmadığı konusunda uyanmamız gerekir.
zira tdk şöyle buyuruyor; birini, hoşa gitmeyen veya iyi olmayan bir davranışı dolayısıyla hakkında iyi düşünülmeyenler arasına koymak mimlemektir.
şimdi antipatik eleştirilerin muhatabı olmak istemem, öyle bir niyetim de yok pek tabi.
"mimlemek" olarak adlandırılan ve paslama yöntemiyle blog yazarlarının görüşlerinin paylaşması gayet güzel.
benim derdim ismiyle.
bazı paslamalar görüyorum yalnız akıllara zarar.
blog ortamında cilveleşme mi olur dediğim zaman, cihan" tübitak sayfasına sohbet penceresi açsa orda bile flörtleşir bizim millet" demişti de inanmamıştım.
her ne ise ne diyecektim ne diyorum.

delirapunzelciğim beni mimlemişti, ha yazdım ha yazıyorum derken beenmaya da hakkında iyi düşülmeyenler listesine ekledi beni. ikisini tek blogda yazıp sizi teneffüse çıkaracağım, blok blog hesabı.
ilk konumuz sevgilimizi nasıl isteriz temalı. açıklaması da şu;
Mutlu bir beraberlik için, karşı cinsten beklentileriniz nelerdir?Sevdiğiniz kişide aradığınız özellikleri yazarak, kalbinizdeki güzeli tanımlayınız.“Kısaca, birlikte olduğum kişi böyle olmalı” gibi ifadelerle,kalbinizi çalacak kişiyi hayalinizde canlandırın ki, okuyan karşı cinsiyet-hııım, demek şöyle yapsam daha etkili olacakmış, burada yanlış yapmışız" diyerek ayağını denk alabilsin.

şimdi sevgili delirapunzelciğim, aradığım kişi sevgilim diye bir cevap versem klişe kraliçesi olabilirim ancak 9 senedir aynı adamla birlikte olan biri ve hatta yüzüğü takmış bir tazegül olarak aksi bir cevap vermem hem sağlığım hem de medeni durumum açısından pek hoş olmaz değil mi?
ama madem sordun beklentimi de söylemeden edemeyeceğim; abartılı adamları sevmem, romantik de olmasın mümkünse; dağ ova bayır konuşmasın. doğal olsun, her şeyini bana anlatsın, bana değer versin, göstersin. benden zeki olsun, bana bir şeyler katsın. beşiktaşlı olsun. giyinmeyi bilsin; kotun altına kösele ayakkabı sevmem. daha yazayım mı? bence gerek yok.

beenmayacımm çocukluğuma inerek ne elde etmeye çalışacaksın anlamadım ama korkuyorum ben senden. kötü emellerine alet etme beni!
1. Çocukken şimdi daha iyi yerlerde olma fırsatını kaçırdım.
2. Çocukken kıskançlık duygusundan yoksundum.
3. Çocukken büyük çocuk olmanın verdiği sorumluluk altında kalıp yaralanmış olabilirim.
4. Çocukken 5 yaşında cumhurbaşkanı, 12 yaşımda iç mimar, 15 yaşımda ise diplomat olmayı hayal ederdim.
5. Çocukken büyüyünce biri benim biri de annem için aralarında geçit olan yanyana iki villa yaptırmayı isterdim.
6. Evimizde asla yeterli tasarruf olmadı.
7. Çocukken daha fazla özgür bırakılmaya ihtiyaç duyardım.(beenmaya senden çalmadım valla)
8. Bir daha asla 3 ay tatil yapamayacağım için üzgünüm.
9. Yıllar boyunca acaba üvey evlat mıyım diye merak ettim. (tamamen paranoyadan)
10. elimden düşürdüğüm ve rüzgara kapılıp giden 10.000 lira (o zaman iyi paraydı) kaybımdan dolayı hep kendimi suçladım.
bu soruları o kadar zor yanıtladım ve bunun için o kadar mutluyum ki.
gelin sizi bir öpeyim.
öperins!

7 Nisan 2009 Salı

delilerden sen anlarsın konuş onlarla!

14 yaşımda başbakan olmaya karar verseydim eğer, obama'nın elinin altındaki narin omuz şu an benimki olurdu.
sizin şans benimse özel beceri dediğim şey sayesinde amaçlarıma teker teker ve bazı bazı üçer beşer ulaşıyorum
yakın bir geçmişte blogumda deli defteri hakkındaki sinsi planımdan -biraz da saflığımdan olsa gerek- açık seçik bahsetmiştim.
zira sinsi tdk'ya göre sf. 1. Gizli ve kurnazca kötülük yapan: “Bu kadın ne kadar inatçı, sinsi bir kadın!” -M. Ş. Esendal. 2. Gizlilik ve kurnazlık belirten: “Beklenilmeyen, sessiz, sinsi bir giriş.” -R. H. Karay olarak tanımlanıyor.
aleniyetim iyiniyetimin göstergesidir efenim.
her ne isem planlarım beklediğimden daha hızlı işledi,
abonelik için mail attım,
sodexo geçer mi dedim yok dediler,
mecburen para yatırdım,
ve olaylar o kadar çabuk gelişti ki adresime postalanan ilk sayıda kendi şiirim vardı.
teklif onlardan geldi ;
hayri şiirimi okumuş çok etkilenmiş,
uzun zamandır böylesine içli bir şiir okumamıştım dedi, yarasın dedim.
aslında sabriye kerebiç (soyadında bile meymenet yok) yayınlanmasına karşı çıkmış,
böyle şiir mi olur, rezalet, fiyasko , 1 iğrenç demiş.
dişisel içgüdülerim yerine geçeceğimi anladığı için böyle yaptığı yolunda.
velhasıl kelam deli defteri 13. sayının son sayfa güzeli benim.
dergi, benim çoktan saydırmalı "abaküs" adlı şiirimle son buluyor.
daha önce deli defterini pek eğlenceli olduğundan bahisle okumanızı salık vermiştim,
o yetmediyse bu sayıda ben varım, benim için okuyun okutturun.
sözlerime yazı konusu şiirimle son verirken hepinize kucak dolusu sevgilerimi sunar beni her alanda desteklemenizi temenni ederim.
hoş kalın!
abaKÜS
kendimi,
tek sıra olup sol baştan,
uyuyamazken kuzularla,
kutu açarken 10'dan geriye,
çoğu zaman yerimde,
para gibi dikkatlice,
fasulye gibi nimetten,
SAYARIM!

bilgisayarım,
fazılsayarım,
varsayarım,
yoksayarım
sen de say beni, sayayım seni.
ama bunu saymam,
yine gel!
pms: bu kadar deli demişken; delirapunzelciğim mimin aklımda lades yapamazsın ;)

6 Nisan 2009 Pazartesi

kaçanlar ve sıçanlar!

iki gün istanbul'a kaçtık diye herkes kaçmış bakıyorum da!
şimdi ben buraya kaçan kaçana yazdım ya cinaslı kafiyeye alışkın huyumla sıçan sıçana yazasım da geldi.
ama türkçe işte bu; büyük abdestini yapan kişiyle bir hayvana aynı kelimeyi layık görür, yazarın yazabilitesini kısıtlar.
en temiz duygularımla şu yandaki hayvandan bahsetiğim %99'unuzun aklına bile gelmez.
neyse şimdi konumuza dönelim.
konumuz? evet konu muz.
nihohohoy gördüğünüz gibi formumdayım.
her açıdan formda olabilemeyebilirim.
ancak yediklerim yemeyeceklerimin garantisidir.
formu bi yana bırakıp bakalım bakalım istanbul'da neler yapmışım;
bir dizi japon, yunan, ispanyol eşiliğinde sultanahmet-ayasofya-topkapı gezisi yaptım.
her bulduğum sarnıca girdim, nem kokusuyla kendimden geçtim.
baharda kalma bir günde her istanbullunun yapacağı gibi bulduğum yeşillikte güneşin tadını çıkardım.
kutsal bir görevin ifası için istinye parka gittim,
boyalıkuş yılmaz erdoğanın yeni film çekimlerine ve yekta kopan'la gece gündüz için canlı röportajına şahit oldum.
film için hazırlanmış koronun arkasına dolandım; kameralara el sallayabileyim diye.
kadraja girememişim, öyle dediler.
saat 18.30'da istinye parktan çıkıp 20 dakikada beşiktaşa vardım, bu bir mucizeymiş; bunu da dediler.
ertesi gün etilerden çanta alıp (süper bi çantacı hem uygun fiyat hem çeşitler güzel ama maalesef adını bilmiyorum) bebek'e indim,
ab'basın önünden es geçerken waffleları yediklerime saydım.
güneşten kaşınarak denizi izlerken o kadar mutluydum kii.
sonra düğün için hazırlık, 6'da yola çıkış, barbaros'ta meşale şölenini görüp aklın kalması.
peki neden kimse bana maltepe'nin başka bir şehirde olduğunu söylemedi??
düğün dönüşü caddeye gece bakışı.
pazar günü için yapılan bruch planlarını uykunun katletmesi.
ortaköye yayan yolculuk edip oturacak yer bulamayınca ankarayı ne denli ve nedenli sevdiğimizi bir kere daha anladık.
tunalı ve goptaki madolar kapandı ortaköydeki de çok geçmez kapanır, demedi demeyin.
türkücü kılıklı işletmeci, boz bulanık çaylar, kapı önündeki kötü koku çok fenaydı çook.
dönüş yolu, boğaza son bir bakış ve öpücük atmaca.
neticeten istanbul her zamanki gibi güzel, ben her dönüşteki gibi yorgun,
yeniliklere açık olmayan biri olarak yeni haftadan rahatsız.
ama mutlu..


tüm bu mutlu hava içerisnde benden kaçarak beni mutsuz eden 2 kişi kimliklerinizi tespi ettim, eğer hemen dönmezseniz polise bildireceğim haberiniz ola!
öperins!

2 Nisan 2009 Perşembe

mourning glory

ben bloguma (g ile yazıp yumuşağıyla okuyorum) bir günlük gözüyle değil serbest paylaşım ortamı olarak bakıyorum.
zaten bloga günlük demem, günlüğün ömrü az olur.
şu yaşıma kadar 5-6 kere günlük yazma girişimim oldu,
mutsuz bir çocuk olmadığımdan mı yoksa aşk hayatım platonik takılmalardan ibaret oluğundan mı bilemiyorum ama hepsi başarısızlıkla sonuçlandı.
1. gün; sevgili hede hödö (günlüğe isim koymaca) diye başlayan ve beraberliğin daim olmasını temenni eden cümleler..
2. gün; arkadaşları çaktırmadan çekiştirmece
3. gün; gidilen maçta aşık olunan basketbolcudan bahsetmece
4.gün; ebelemece
günler günlerin ardında, günlüğü unutma mecburiyeti.
1. günlük, ikinci günlük, otuz günlük otuz günlük.
hepsinde istinasız şu cümle; "anne günlüğümü okuduğunu biliyorum ama bu hiç hoş bir davranış değil"
bilmiş bilmiş ders vermece..

işte bu sebepledir ki günlük değil burası; serbest paylaşım ortamı..
alle kod adlı hgb kişisinin postmodern duygusallaşmaların içgüdüsel dışavurumları..
yıllar önce ismi lazım değil bir sitede "postmodern duygusallaşmaların içgüdüsel dışavurumlarından yorulmuş biri" diye başlık açmıştım,
yitiklik, şizofrenlik ve saçmalayıcılıkla suçlanmıştım.
duygusallaşmanın postmoderni mi olurmuş; neden olmasın?
ben yaptım olducu bir insanım ben.

her ne ise spo her zaman güzel duyguların yansıması olmayabiliyor,
bugün de çok sevdiğim 2 insanın acısını paylaşmak istiyorum.
beni okuduklarını ve -şu anda okumasalar bile- ilerde bir gün okuyacaklarını bildiğim için yazıyorum.
gereksiz uzatmalardan hoşlanmam.
bu yüzden acınızı tüm kalbimle paylaşıyorum ve sabır diliyorum.
öperim!

foto