26 Haziran 2009 Cuma

gösteri peygamberi

bir devrin sonu

18 Haziran 2009 Perşembe

kısa kes alabros olsun

fotoğraflarınıza bakarken birisi ne kadar fotojeniksin derse ne hissedersiniz?
ben bozuluyorum arkadaş!
normalde çirkinmişim de fotoğrafta güzel çıkmışım gibi.
bozulduğum konu, çirkinliğim değil bunun yüzüme vurulması.
bana fotojeniksin demeyin rica ediciim.
konuyu bir yere bağlayacak değilim.
yazmaya başlamadan önce aklıma geldi, böyle bir giriş yapayım dedim.

beni cismen tanıyanlar bilir, saçlarım çoğu ülkede ispanyol sanılmamı sağlayacak şekilde latin.
yani dalgalı ve uzun.
yani dalgalı ve uzundu.
üniversite 1 sınıftan, yani cihanla tanıştığımdan yani 10 seneden beri aynı saç modeliyle dolanıyorum.
zaman zaman kahkül kestirdim, kat yaptırdım ama genel olarak kürek kemiklerim hep saçla örtülüydü.
kafamdaki beyazlığın bir kaç telle sınırlı olması ve sonuna kadar doğallık ilkem gereği boyatmaya da yanaşmadığımdan bugünlere kadar "alle paris'te" modunda dolandım sahillerde.
30 yaşına girmenin üzüntüsünü hafifletsin diye o yaşta kestirmeye niyetliyken, ani bir kararla gittim ve çat çat çat kel behzat.
ani bir karar dediysem yaklaşık 2 aydır bu konuya odaklanmıştım,
saçımın en kısa kat yerini öne getirecek şekilde topluyor alıştıma yapıyordum.
ama boşa yapmışım, yeni kesimin onunla alakası yok.
kuaföre çok para verdiğim için mi çok beğendim yoksa beğendiğim ve hakettiği için mi çok para alıyor paradoksalını bir yana bırakırsak ardımda yarım metre saç bırakmama rağmen kuaförden çok mutlu ayrıldım.
genelde ucundan kestirmeye gidince saçın yarısını kesen mahalle kuaförleri bizi kuaför sonrası acılarına alıştırıyor gerçi.
sanıyorum "saçın ucu" kuaför literatüründe başka bir uzunluk ölçüsüne tekabül ediyor.
hazır lafı açılmışken, kendi kestiği saçı, kim kesti bunu diye beğenmeyen, her seferinde sana bir gölge yapsak çok yakışır diyen, basma kalıp cümlelerin değişmez kahramanları mahalle kuaförlerine burdan selamlarımı iletiyorum.

her ne ise yeni saçımla dün bir kaç kişiye göründüm.
insanlar yadırgıyor farkındayım.
ben de bazı bazı yadırgayıp kendimi trt-4'deki ingilizce öğretmeni bayana benzetiyorum.
fotoğrafını aradım bulamadım ama hatırlarsınız; beyaz gömleğin yakasına kurdela bağlayan küt saçlı tombik bir bayan vardı zamanında.
onu saçı da böyle küttü.
şimdi aynaya bakınca onu görüyorum ara sıra.
belki modelden belki tombişlikten..
belki de özlemişimdir, kim bilir.
oysa ben hep gripin kadını gibi küt saçlı olmak istemiştim, kader.

kıldı yündü derken yine bir yazıyı da boş laflarla doldurduk.
ama arada kıl-yün muhabbeti iyi gelir.
haydi öperins!

15 Haziran 2009 Pazartesi

bir defterim olsun adı moleskine olsun

sadace kendimde değil çoğu kişide gözlemlediğim "yazamama sendromu"nun havalarla alakalı olduğuna kesin kanaat getirmiş bulunmaktayım.
gevşeyen yayların dışında meşguliyet de önemli ölçüde engel oldu yazamamama.
zaten internet bağımlılığıma ket vurmak için eve internet bağlatmadığımzdan, blog yazmak için makamımda olmam şart.
eee iş güç olunca da anca dar zamanda kısa atışmalar yazabiliyorsun.
bahanelere başlamışken devam edeyim,
bir de defterim yok benim bu aralar, dolayısıyla beslenemiyorum yazmak için.
gördüklerimi not aldığım, aklıma gelenleri sıraladığım, kitabın altını çizmek yerine cümleyi tümden geçirdiğim defterim zorlu çanta ortamında fallafoş oldu.
mecburiyetten mi büyük çanta kullanıyorum, büyük çanta kullandığım için mi içini dolduruyorum bilmiyorum.
ama sürekli çanta değiştirmekten ve bir şeyler ararken mikser misali çantayı karıştırdığımda defterin kapağı tellerinden bir daha birleşmemek üzere ayrıldı.
eşyaları(mı)n canlı varlıklar olup üzüleceklerini düşündüğümden kapağını beğenip aldığım defterden kurtulmak ve bir moleskine almak için bundan daha iyi bir fırsat bulamazdım her halde.
moleskine, ilk olarak bologna'da tanıştığım ama nedense orda almadığım/alamadığım defter markası.
bazen böyle salaklıklar yapıyorum, hani gider gelir bakar bakar almazsın ya işte öyle.
neyse moleskine'ler picasso, hemingway, van gogh gibi sanatçıların kullandığı defter olarak lanse ediliyor ve dünya çapında ciddi hayranları var.
ancak ünlü sanatçıların kullandığı defterler marka olarak moleskine değil.
siyah kaplı, sarı yapraklı defterler bu ad altında markalaşmış zira moleskine 90'lı yılların sonundan beri bu defterleri üretiyor.
şehirli versiyonlarına en son İstanbul da eklendi bildiğim kadarıyla.
defterlerin lastikli oluşu beni en çok cezbeden özelliği..
arasına rahatlıkla atmaya kıyamadığım sinema biletlerini, bana yazılan notları koyabileceğim gibi çantalarımın elverişsiz ortamına da birebir.
bu defterler için ideal kalemler 0.5 uçlu kurşun kalem ve dolma kalem olsa da vazgeçemediğim pembe ve mavi uni-ball eye kalemlerimle alacağım notların hayalini kurmaya başladım bile.
birazdan çıkıyorum, tunalı sokaklarında defterimi bulana kadar dolaşıyorum,
moleskine'im benim olunca yazılar geliyor allı yeşilli!
öperins!

11 Haziran 2009 Perşembe

en oida, oti ouden oida!

ultraviyole ışınlara maruz kalan kutup ayısı sendromu var üzerimde.
o ne demek tabi ki bilmiyorum.
yazın hayatıma eylülde başladığımdan yazın hayatıma nasıl bir etkisi var hiiiç bilemiyorum.
deneyimli arkadaşlar bana yardımcı olur mu bu konuda, bak onu da bilmiyorum.
socrates'e hak veriyorum sanırım tam şu anda.

5 Haziran 2009 Cuma

uykudan önce kısa kısa a.k.a. not-ist

*-*işyeri uyuklamaları tv karşısında uyuklamak gibi, nasıl yatağa girince uykun birden kaçıyorsa masanın üzerine çaktırmadan kafanı koyunca tüm uyuma güdüm pırrr uçuveriyor.

*-*feysbuk gezintisi yaptım uykuda az önce; ve farkettim ki "ortaya karışık" başlıklı foto albümü olmayanı feysbuktan atıyorlar.

*-*yaz geliyorken indirimden yağmurluk alıp sonbaharı beklemenin üzüntüsün kapıldığım anda hava sıcaklığı 5 derece düştü, hihihi.

*-*dün kanalları gezerken (national geo ile discovery arası kanal d var da bizim tv'de) göz ucuyla gördüm "kocam size emanet" programını. reklam arasında bir göz atmama rağmen satırlarca yorum yapacak dar bilgim var, bak sen şu işe!

*-*bu hafta vizyona gire"körlük" filmini aylar önce seyretmiştim. aklımda tek kalan gael garcia bernal'ın "i just called to say i love you" şarkısını söylemesindeki süper ironi.

*-*kitabını okuduğum filme gittiğimdeki hayal kırıklığını melekler ve şeytanlar'da da yaşadım. ama bu sefer sonunu biliyor olmanın heyecansızlığıydı başrolde olan.

*-*"lie to me" izlemeye başdığımdan beri kendimi Dr. Lightman sanıyorum, hayırlısı.

*-*bloglarını takip ettiğim ama tarzlarına dayanamadığım insanlar var. nedir benim derdim kuzum?

*-*reklamlarından tiksinti duyduğum bir ankara cafe'sinin o pis ağızlı reklamlarını en yakın arkadaşlarımdan birinin yaptığını öğrendim yine de midemin bulantısı geçmedi.

*-*afla mastera döndüm ama öğrenci kimliğim henüz çıkmamış. a4 ebadında öğrenci belgesi alıp, one love'da öğrenci bileti olsam ayıp olur mu?

olur demeyin, şamarı yemeyin milli piyango!
öperins!

şiir

sevdiceğim seni ben,
çikolatadan cipsten,
sarı saçlı brad'den,
canımdan çok severim.

gitme hep yanımda kal,
beni kollarına al,
pembe gülden daha al,
dudağından mucks!


ömür görsel :P

3 Haziran 2009 Çarşamba

ses veriyorum; korkmaaa!

salık veriyorum; dinlenile.

"röyksopp-you don't have a clue"
didn’t mean to make you panic,
didn’t mean to put you off.
baby, it’s the way that you’ve got me.
i listen to my heart and it takes you high.
and you ask me, “how?” can i show you how?
i need your love right now, now, now, now.
oh!
öperins!

çay, biraz daha çay!


***yemekten sonra bünyemde oluşan bu delice çay içme arzusu yaşlandığımın mı yoksa çok alaturka olduğumun mu bir simgesi?
palatino linotype sevgilerimle.
öperins!

2 Haziran 2009 Salı

harvey milk.

filmlerin sonunda tutamadığımız göz yaşlarımızın artış oranı; muayyen günlerimiz, yaşımızın büyümesi, filmde kendimizi bulmamız gibi nedenlerle ilintilidir genelde. dün filmin son sahnesinde göz bebeklerimde biriken yaşların nedeni ise tamamen "based on the true life" ile alakalıydı. çok uzun zamandır merak ettiğimiz ancak korsan almamak için direnip, muradımıza aylar sonra erdiğimiz bir film oldu "Milk". daha önceden de söylediğim gibi bir filmi izlemeden önce bana ipucu verecek her türlü yazıyı okumaktan kaçınırım. uzun yıllar agatha christie okumanın vermiş olduğu gri hücre egzersizleri sonucu filmden alacağım tüm keyif kaybolabilir çünkü. film, çözümleme yapılmaya müsait olmasa bile okumam. velhasıl kelam, armada sinemaları 6. salondaki rahatsız koltuğuma oturduğumda fimin gerçek bir hikayeye dayandığından ve harvey milk adlı bir eşcinsel aktivist hakkında olduğundan başka bir şey bilmiyordum. sean penn'in oyunculuğunun izahattan müstesna olduğu konusunda hemfikiriz sanıyorum. ancak şunu belirtmeden geçecemeyeceğim yumruğunu havaya kaldırışındaki naiflikten(bu cihan'ın tespitidir), bacak bacak üzerine atışındaki tavrına, mimiklerine kadar baştan aşağı eşcinsel ruha bürünmüş olan sean penn'in eşcinselliği kıvırtmak sanan oyunculara öğreteceği çok şey var. oscar elbette ki her zaman iyi oyunculuğun tezahürü olmayabiliyor ama bu sefer gerçekten hak yerini bulmuş. harvey milk'in fiziksel görünümü üzerine bugün yaptığım küçük bir araştırma sonucunda sean penn'in bu rol için biçilmiş kaftandan öte bir tercih olduğunu söyleyebilirim. sadece sean penn değil, filmin sonunda göreceğiniz üzere cast mükemmel seçilmiş. gerçek karakterlere bu denli benzeyen bir oyuncu ekibine daha önce inanın hiç rastlamamıştım. gerçek karelerden film sahnesine geçiş o kadar mükemmel yapılmış ki bizim tarihimizden bir olayı anlatan güz sancısı'nı eleştiriken ne denli haklı olduğumu bir kez daha anladım. yarı belgesel tadında enfes bir biyografi izledim dün. ister homofobik olun ister olmayın, erkek eşcinselliği estetik bir görüntü sergilemediğinden daha ilk sahneden hafif bir rahatsızlığınız olabilir. ancak filmi estetik kaygılardan uzak, hormonsal tercihe saygı çerçevesinde izlerseniz heteroseksüel bir kişinin temel bir hakkının elinden alındığında duyduğunuz öfke ve üzüntüyü hissedeceksiniz. hatta eşcinselliğe karşı ön yargılysanız muhakkak izleyin derim.
ön yargılarınızı kırın!
sizden biri, bizden biri olanlarla, cinsel tercihi sizinle aynı değil diye dışladıklarınız, kaçtıklarınızla yüzleşin. hiç olmazsa Harvey Milk için deneyin bunu! pişman olmayacaksınız.
öperins!

1 Haziran 2009 Pazartesi

yaşat beni pepsi!?!

farkettim ki televizyon izlerken sürekli reklam eleştirisi yapıyorum.
geçen metin yazarı bir arkadaşımla konuşurken -ben yine reklam eleştiriyor olacağım ki- şöyle bir açıklamada bulundu; "sen ne kadar yaratırsan yarat, üretirsen üret sonunda ürün müdürünün aklındakini yazıyorsun"
gayet mantıklı geldi ve reklamcılık sektörüne karşı bir yumuşama oldu içimde.
ama yine de kendimi eleştirmekten alıkoyamıyorum.
belki buna içimdeki yaratıcılığın önlenilemez fışkırması sebep oluyordur.
bu yaratıcılığı bir yöne itemediğimden, şu aralar sorundan başka bir şey yaratamıyorum gerçi.
hiç şüphesiz reklamlarda oynayacak kişi seçilirken güvenilirlik kriteri baş rolde oluyor(dur).
yapılan bu anketlerde cevap verenler neye göre kime göre isim söylüyorlar anlayamıyorum.
karar vermekte zorlanan bir yapım olduğundan da olabilir de böyle bir soruya muhatap kalsam "-ıııııı, -hmmm -hömmm" tarzı ünlemlerden başka bir isim söyleyebileceğimi sanmıyorum.
ama her konuda olduğu gibi bu konuda da kararlı türk halkı çeyrek asırdır seda sayan'a güveniyor.
seda sayan'a güvenen insanlar nesine güveniyorlar misal?
ağzından çıkan her şeyin doğru olduğuna mı?
basit bir mantıkla; parti kursa bu seda sayan kişisi, iktidar mı olur?
idrak eşiğimin altında kalıyor doğrusu.

böyle bir rol model olduğundan olsa gerek pepsi son reklam kampanyasında seda sayan'ı seçmiş.
reklam baştan aşağı felaket.
öncelikle, reklamdaki devamlılık hatası beni her seferinde rahatsız ediyor.
tırın içindeki seda abla ilk 2 karede montluyken birden soyunuk ve beyaz t-shirt ile çıkıyor karşımıza.
ben ilk seyretmede görüyorsam, bunu teknik ekibin fark etmemesi olası mı?
ya da nasılsa güveniyorlar seda abla'ya, süper kahraman misali birden soyunduğuna inanırlar mı dediler, bilemiyorum.
sonra şarkı çok korkunç.
nil karaibrahimgil'e aitmiş ancak yorum beni benden alıyor.
en az ibrahim tatlıses'le öpüşme sahnesi kadar dayanılmaz bir yorumu var seda sayanın.
reklamın içeriği ise çok ama çok fena.
bir anne bir oğul ve kurtarıcıları yetiş bacım.
nolur yardım edin sedaaanım demeye bile gerek kalmadan, kalbinin temziliğinden olsa gerek, direk 10.000TL olan şişeyi gösteren seda sayan'ın, gencin ve annesinin hayatını kurtarması..
üstüne üstlük bir de babasını araması için kontör vermesi...
kaderimizi şişenin belirlediği tek zaman 10-14 yaşlarımızda oynadığımız doğruluk mu cesaret mi oyunuydu.
ondan beridir şişelerden bir beklentim yok.
pepsi'den para çıkacak diye araba kredisine girmek en güvenilir insanın seda sayan olması kadar saçma.
görüntüsünü bile filtre kameralarla hileli gösteren birisine güvenmek? ilginç!
pepsi'den çıkan 10.000TL ile üniversiteye gitmek? daha da ilginç!

pepsi türkiye piyasasında coca cola'nın çok gerisinde.
ve hatta yiyecek içececeğin siyasallaşması sonucu bazı gazlı içeceklerin bile arkasında.
hal böyle iken yaratıcılıktan uzak, avam, duygu sömürücüsü(baba artık üniversiteye gidebileceğim), hedef kitleyi tam aksi yönde etkileyecek bir reklam da nesi?
suç ürün müdürünün mü reklam ajansının mı bilemiyorum.
marketing, tüketici beklentisi, reklamcılık da bilmiyorum.
normal bir vatandaş olarak diyorum ki;
reklamın iyisi kötüsü olmaz belki ama bu kadar da kötüsü olmaz!
öperins!