28 Ekim 2009 Çarşamba

before we get too old!


bu dünya güzeli çantacık ve para kesesini banyosuyu benim için yapmış.
kasetin mika'nın life in cartoon motion'u olması ve üzerinde yazan HGB tesadüf değil.. (hgb tesadüf mü yoksa)
ama benim blog aracılığıyla, bu kadar şeker, tatlı, ben ne düşünsem aynını düşünen blogsoulmate'imi bulmam kesinlikle tesadüf..
ayrıca kesenin içinden ondan yüzsüzlükle istediğim vefakat zaten onun da bana göndermeyi planladığı (muhtemelen beni bozmamak adına böyle dedi) lego kelebek broş çıktı.
sabah sabah mutluluklara gark oldum.
insanın hiç tanımadığı/görmediği birini böyle sevebilitesi internetin bir lütfu mudur ki?
öyle değilse bile banyosuyu'nun çok latif olduğu kesin.
thank&love u!
öperins!

23 Ekim 2009 Cuma

metalci misin, asitçi mi?

hatıra/anket defteri ile büyümüş bir nesil olarak, kalbimizden temiz sayfalara yazdığımız maniler kadar anket defterlerinde cevapladığımız sorular da bir acayipti.
mercedes mi bmw mi?
coca cola mı pepsi mi?
manuela mı isabel mi?
michael jackson mı madonna mı?
metalci misin asitci mi?
böyle sorularla gençliğe adım atmış olan akran kuşak şimdi de başka derdi yokmuş gibi kenan imirzalıoğlu mu, kıvanç tatlıtuğ mu diye tartışıyor.
konu o kadar genel ki karşılaştırma oyunculuk yönünden mi, yoksa alıp eve biblo gibi koyma açısından mı belli değil.
ikisi de best model birincisi, ikisi de çok revaçta olan dizilerde oynuyorlar.
yani her iki yönden de tescilliler.
kenan imirzalıoğlu'nun çok başarılı bir oyuncu olduğunu inkar etmek mümkün değil ama son zamanlarda kendini tekrar eden karakterlerde oynaması izlenilebirliğini törpülüyor sanki biraz.
kenan'ı behlül karakterinde izleseydik mesela daha heyecan verici olabilirdi, rolü yani..
bunun yanında kıvanç tatlıtuğ oyunculuk olmasa da canlandırabildiği karakter zenginliği bakımından biraz daha önde.
öte yandan kenan imirzalıoğlu'nun sahip olduğu hayat görüşü ile kıvanç tatlıtuğ'unki karşılaştırılamaz sanıyorum.
çoğu şeyi karşısına almayı göze alıp yazı/tura filminde oynama cesaretini gösterdiği için kendisini tebrik etmek lazım.
kıvanç tatlıtuğ'un gösterdiği tek cesaret ise meltem cumbul'la birlikte olmak bence...
bunların yanında güzellik bakımından bir karşılaştırma yapacak olursak, yapmayalım derim ben.
nasıl tarık akan ile kadir inanır karşılaştırılamazsa, kenan imirzalıoğlu ile kıvanç tatlıtuğ da karşılaştırılamaz bence.
ikisi de yakışıklı, ikisi de boylu poslu, ikisi de öhhööm şey dünya ahret abilerim.
neticeten tartışma anlamsız olduğu kadar gereksiz de.
ama illa bir görüş isterseniz; en yakışıklı benim kocam.
öperins!

21 Ekim 2009 Çarşamba

acayip?!?

devleti ortadan kaldırmak isteyenler ve bu amaç için fiili olarak harekete geçenler serbest.
demokratik yolla muhalefet hakkını kullandıkları için hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs ettikleri iddia edilenler hapiste.
nerde mi?
tabi ki muz cumhuriyetinde.
öperins!

20 Ekim 2009 Salı

G FlashForward*

bu ayı saymazsak, LOST efsanesinde sonun başlangıcı için önümüzde daha 4 ay var.
o kadar uzun süre ara vermek hem "nolmuştu yaa geçen sezon" dememize, hem de diziden soğumamıza yol açsa da, lost bu; insanı kendine çabuk bağlar.
lost'u beklerken yine abc tarafından lost'un varisi olarak hazırlandığı söylenen flash forward'a rastladım.
ilk bölümü oldukça ilgi çekici idi.
her zamanki gibi fazla ayrıntı vermeyeceğim.
sadece şunu söyleyeyim; tüm dünya aynı anda 2 dakika 17 saniye boyunca bayılıyor ve bu bayılma süresinde 6 ay sonrasındaki hallerini görüyorlar.
evet allah için fazla bir şey açıklamadım ama konusu bu ne yapayım yahu!
ilginç bir konu, sürükleyici olacağa da benzer..
zira ilk bölümü sonunda merakımı depreştirici gelişmeler oldu.
ohhş, vaaay canına dedim.
ve vay canına ikilemesini hayatımda hiç kullanmadığımı farkettim.
iğrenç bir anlamı olmasına rağmen neden vay anasını diyoruz ki biz.
ne çirkin bir söz öbeği.
aman her ne ise, dizide oyuncular da başarılı ve bilindik isimler.
joseph fiennes, jack davenport (coupling'den steve), sonya walger (desmond bro'nın eşi) gibi..
ay şimdi gördüm, lost çarlisi dominic monoghan da varmış.
neticeten ben bu diziye inandım, siz de inanın..
hadi, legal(!)ce indirip, uslu uslu izleyin şimdi..
öperins!
*flash tv'ye ambleminden dolayı "ge flaş" diyen insanlar tanıyorum.

19 Ekim 2009 Pazartesi

halet-i ruhiyye.

psycho killer
qu'est que c'est
fa fa fa fa fa fa fa fa fa far better
run run run run run run run away
oooo oh oh ohhhhh..
ayayyayayayay!
ce que j'ai fais ce soir la
ce qu'elle a dit ce soir la
realisant mon espoir
je me lance vers la gloire...

günaydınlar efenim, öperins!

14 Ekim 2009 Çarşamba

pms'teyim..

bu denli klişe bir başlık atmak hoşuma gitmedi değil.
hatta bulduğum görseli de çok beğendim,
şimdi konuya girebilirim..

bundan sonra bir takım yazılarımla pms'te olacağım..
bak hatta bu klişe cümleyi yazarken bile inanılmaz mutlu oldum.
birazdan da oturur ağlarım..
ne de olsa pms'teyim..
ahahahahha ya da ühühühühüh.
kork benden pms, kork!
hatta bana kısaca alle de.
öperins!

9 Ekim 2009 Cuma

dialog

x: hani bir yağmur yağar ya bazen..
y: evet.
x: hani gök gürler ya arkasından.
y: hıhım.
x: hani şimşekler çakar peşinden..
y: ee?
x: işte öyle bir şeyy..
y: çok izahtan vareste oldu gerçekten!!''+'^'^%&

200

muayyen gününde, "kutumda kırmızı hissediyorum" diyen bir dişiden mümkünse koşarak uzaklaşın.
hele de bunu söylerken histerik kahkahalar atıyor ise...


fotoş üzerinde.

7 Ekim 2009 Çarşamba





BİZONlardan hoşlandık, hoşlandık, hoşlandık...

karanlıktakiler a.k.a annem ve ben!

dünkü "büyülü fener" yazımdan sonra hepinizin çılgınca "karanlıktakiler" yorumumu beklediğinizi biliyorum. (beni bozmamak adına burda çılgınca eee-veeet diye bağırmanız gerekiyor)
adliyeden akşam 8'de çıkmamı müteakip sinemaya gidip gitmeme konusunda emin olmamama rağmen, sizi hayal kırıklığına uğratmamak ve verdiğim sözü tutmak adına 9 seansında büyülü fenerdeydim.
artık çağan ırmak filmlerinin ilk haftayı boş geçirme geleneği mi, iki salonda oynamasının bir sonucu mu, yoksa saatin azizliği mi bilemiyorum ama salonda sadece biz vardık.
filmin konusuna üstü kapalı değinmek istiyorum, zira ben hiçbir şey okumadan gittim ,
belki siz de aynını istersiniz.
film bir anne oğul ilişkisi, tagline'ı "ölmek kolaydı ama sen vardın"..
bu slogan filmi izlemeden önce oldukça klişe gelebilir ancak izledikten sonra özellikle son 20 dakikada inanılmaz anlamlanıyor.
daha da anlamlanması için küçük bir ipucu : çoklu bakın olaylara.
karanlıktakiler giriş-gelişme-sonuçtan ziyade giriş ve sonuçtan oluşuyor.
o kadar uzun bir giriş bölümü var ki ikinci yarının ortalarında artık bir şeye bağlayacaksın değil mi çağan diyorsunuz. (tamamen samimiyetten)
sonun bağlanışı ve eksik taşların yerine oturması beklemeye değdiğini gösteriyor.
bana çağan ırmak bu filmde, ıssız adam'da eleştrilen ne varsa ona cevap vermiş gibi geldi.
öncelikle söylemeliyim ki gişe kaygısından çok uzak, sanatsal beklentilerle çekilmiş karanlıktakiler.
sanki gişede 3 milyon yapsın değil de altın portakalı alsın gibi mesela..
cemal hünal ve melis birkan'ın yer yer yapmacıklığa kaçan oyunculuklarına inat meral çetinkaya ve erdem akakçe oyunculuk konusunda müthişler.
özellikle son bölümde meral çetinkaya'nın oyunu, tiyatral bir tirat adeta.
erdem akakçe'nin canlandırdığı egemen'in inanılmaz saflığı/temziliği filmde gözlerimi yaşartan (ağlatan değil) tek unsur oldu.
egemen, izleyicinin kirlenen/kirletilmek istenen algısına rağmen o kadar iyi ki...
ve erdem akakçe bunu o denli gerçekçi geçiriyor ki size, oyunculuk budur diyorsunuz.
ayrıca egemen'in giydiği t-shirtlerde derin manalar buldum, cihan da hak verdi; dikkat edin derim.
derya alabora ise olmasa da olurmuş denecek kadar silik..
yani umay rolünü bir başkası da oynasa aynı etki olurdu sanki.
çağan ırmak, kabuslar evi serisinde tatmin olamamış olacak ki, karanlıktakiler'de inanılmaz gerilim unsurları vardı.
bir kaç yerde gözümü kapamak zorunda kaldım..
yine ıssız adam'a inat filmde müzik neredeyse hiç kullanılmamıştı.
kamera açıları, istanbul'un -her zamanki-güzelliği, görüntü yönetmeninin başarısı ise dikkatimi çeken diğer unsurlar.
konuya girmek istemediğimden yazmak istediğim bir kaç hususu da es geçiyorum sizin için, ne kadar iyiyim yahu.
neticeten;
film güzel mi? güzel.
izleyici izler mi? ıssız adam torpiliyle.
sevilir mi? sanmıyorum.
ödül?muhakkak.
öpeyim mi?öperins!
" ya ben çok salağım ya da bunlar çok akıllı" önermesinin şarta bağlanmasındaki ulvi amacı anlayabilmiş değilim. pek ala sen çok salakken onlar da çok akıllı olabilir. bunu şarta bağlayıp kendine pay çıkarman ayıp olmuyor mu?

6 Ekim 2009 Salı

laterna magica*

aslında ankara üzerine yazı yazmayı isterdim,
ama neresinden girip neresinden çıkacağımı bilemediğim için konuyu daraltıp ankara halkının alışkanlıklarına da indirgeyebilirim.
ankaralılar parkta oturmayı sever, günün herhangi bir saati genç/yaşlı parkta oturan onlarca insan görürsünüz ankara'da.
ankaralılar sinema sever.
kim sevmez mi dediniz?
anladığınız anlamda sinemadan bahsetmiyorum, yapısal olarak sinema söylediğim.
ankaralılar olarak alışveriş merkezlerine hapsedilmiş sinema tutkumuz, geçmişe özlem duyuyor.
en azından benim ve çevremdekilerin öyle. öyle de olmalı!
çocukluk/gençliğe giriş yıllarımıza renk katmış; alışveriş arasında değil de gerçekten film izlemek için gittiğimiz akün, kavaklıdere, batı, on, derya sinemalarından hiçbiri artık yok.
bu konuyu daha önce değindim mi bilmiyorum.
beni o kadar çok üzen bir husus ki, yüz kere söylesem bıkmam her halde.
bu yüzden tekrardan kaçınmıyorum.
kızılay'a sıkışmış, kızılay'ın keşmekeşine kurban olmuş metropol/megapol/mithatpaşa sinemalarını saymazsak eskiye dair tek sinema salonumuz bahçelievler/büyülüfener sanıyorum.
büyülüfener sineması 1996 yılında açılmış, ismi de açılan bir yarışma sonucu belirlenmiş.
slayt projektörlerinin atası olan "büyülü fener" ismini seçen odtü'lü bir öğrenci yarışmayı kazanarak ömür boyu bedava bilet ödülü kazanmış.
hala gidiyor mudur acaba, kim bilir?
büyülüfener'i hem evime çok yakın olduğu hem de alışveriş merkezinde değil de gerçek sinema binasında film izlemek adına tercih ediyorum.
bahçelievler'in kendine özgü minik apartmanlarının arasında gizlice kamufle olmuş, şaşaa ve gösterişten uzak kendi halinde bir sinema.
izlediğiniz film, kafanızı karıştırmış ve düşünmeye ihtiyaç duyduysanız,
büyülü fener, bahçelinin ara sokaklarında dilediğinizce dolaşıp istediğiniz kadar düşünemenize imkan sağlayacak konumda.
koltukları ve salonları süper konforlu olmasa da, geçmişten kalan her şey gibi büyülü fener de benim için çok değerli.
bugün çağan ırmak/karanlıktakiler izlemek için orda olacağım.
ıssız adam torpiliyle, karanlıktakileri büyük salonda izleyeceğime eminim.
sizi de büyülüfener'e beklerim.
öperins!

*büyülü fener

5 Ekim 2009 Pazartesi

şehir merkezi (centrum)*

haftasonu için evlenmeden önce nüfusumun kayıtlı bulunduğu yere gittim.
aslında oraya memleket de denilebiliniyor ancak hiçbir zaman memleketimde ikamet etmediğim ve oraya ait bağımın sadece aile büyükleri ile sınırlı olması nedeniyle memlekete gittim tabirini kullanmayı tercih etmiyorum.
kız kardeşimin beden eğitimi öğretmeni olduğunu ve annemlerin de "ona bakmak için" görev yerine çok yakın olan büyükbabamın evine taşındıklarını size söylememiştim sanıyorum.
ailesel olarak 1 yılı aşkın bir süredir "pastoral" bir hayat yaşıyorlar.
kent hayatından sıkılıp, temiz hava bol yeşil bir hayatta inzivaya çekildiklerini söylemek çok entel kaçabilir, zaten asıl saikleri de bu değildi.
ee onlar gidince ben de ankara'da bir nevi gurbette kaldım.
yüksek yüksek tepeler şarkısı bünyemde vuku bulmaya başlamıştı ki daha fazla geç kalıp annemi yelkene bindirme fantezisine kapılmadan yola çıkma kararı aldık.

doğanhisar, konya'nın pek bilinmeyen ilçelerinden.
konumu itibariyle de sapa olduğundan, ılgın ile akşehir'in arasında kalmasına rağmen pek bilinmiyor.
zaten doğa koşulları olarak da pek konya/iç anadolu kenti değil.
bizim bahçede fındık yetişiyor, o kadarını söyleyeyim.
3 katlı bahçemizde 2 gün boyunca gerçek farmvillecilik oynadım.
farmville'in de kapanması beni teğet geçti yani.
elma, barbunya, domates, biber, mısır, ceviz topladım.
bu arada taze ceviz hayatımda yediğim en güzel şeylerden biri ve kesinlikle bağımlılık yapıyor.
her güzel şeyin bir bedeli olduğundan, eldiven giymenize rağmen elinizin kapkara olmasını göze alabiliyorsanız yemeden durmanız mümkün değil.
ben çatlayana kadar yedim, anneler ne günler için :))
hayatımda ilk kez bir mantar çiftliği gördüm.
mantarlar o kadar güzel, beyaz ve yumuşaktılar ki dokunmaktan kendimi alamadım.
uçurtma uçurdum, çeşmeden su içtim, ne giysem tasasından uzak tüm salaşlığımla, anne evinde olmanın sorumsuzluğuyla huzur buldum.
neticeten bol temiz havalı, yeşilli, beyazlı, cevizli, bir haftasonu geçirdim.
ayrılırken annemin ve babamın gözlerine bakmamaya çalıştım.
26 yıl (üniversite de dahil) beraber yaşadıktan sonra ayrılmak cidden çok zor oluyor.
gurbet kuşu oldum bu yaştan sonra.
ayrıca şu an oksijen zehirlenmesi yaşıyorum, temiz hava beni acayip çarpmış.
sabahtan beri ölü gibiyim, dudaklarım da inanılmaz derecede çatlamış durumda.

ee o kadar pastoral yazdım, yazımı da cahit külebi'den hikaye şiiriyle noktalamak isterdim ama münasip olmaz.
ben evde cihan'a okurum onu.
öPERİNS!

*yol boyunca o kadar çok gördüm ki bu yazıyı, seyahat yazıma başlık olmazsa ayıp olurdu.

2 Ekim 2009 Cuma

eh barış abi aşkolsun!

ee abicim, müsadenizle çocuklar şarkısında "eh Barış abi aşk olsun aç koynuna kuş konsun" dedikten sonraki söz "çek ipini rahvan gitsin"miş, hiç söylemiyorsun.
yıllardır söylerim bu şarkıyı, daha bu sabahki söylemimde farkettim sözlerinin öyle olduğunu..
ayrıca ona öyle demezler dee, neyseeeee.

the one

işin açıkçası doğumgünüm için istediğim saat tam olarak bu değildi.
siyah olsun, deri kayış olsun ama içinde de altın parçaları(nasıl yani) olsun demiştim cihan'a.
kısacası şık bir saat arıyordum.
bu arada aç parantez söyleyeyim; benim sürpriz doğumgünü hediyem pek olmaz. genelde sipariş veririm ve hatta gider kendim seçerim, kapa parantez.
saatçileri gezerken ilginç dizaynlarıyla the one dikkatimi çekti.
dışardan ayna gibi görünen saat -ki benimki o değil- bir tuşa basınca fırıldak gibi dönerek saati gösteriyordu.
daha önce hiç duymadığım bir marka olduğu için tereddüt ettim önce, ama her orijinal fikir gibi bu saat de acayip hoşuma gitti.
fiyat araştırması yapmadan bir ürün alma alışkanlığımı çoooktan kenara bıraktığım için, hemen internetten aradım.
adamın bize verdiği fiyatın makul olduğunu anlayınca, cihancııım sağolsun bana "çaktırmadan" almıştı bu saati.
aslında bu saatle ilgili hemen yazmak istiyordum.
üzerinden 3 ay geçti, hesi ile loreathan japonik saatlerini alıp yazmasalardı daha da yazmazdım aslında :)
saat-biraz da büyük olduğundan- acayip dikkat çekiyor.
dışardan bakıldığında akrep-yelkovan yok.
saati anlamak için sağ üsteki pime basmanız gerekiyor.
kırmızı ışıklar bir tur döndükten sonra duruyor, dışardaki kırmızı dakikayı, içerdeki de saati gösteriyor.
ancak dakika 5 ve katları şeklinde gösterildiği için ortadaki 4 ışıkta ek dakikalar için yapılmış.
ayrıca A ile gösterilen yer de am/pm ayrımı için.
pime iki kere üst üste basarsan da tarih ışıkları yanıyor.
bu sefer de içerdeki ışık ayı, dışarıdaki günü gösteriyor.
çok karışık gibi görünebilir ama alışınca gayet basit.
the one'ın daha da zor olan, toplama usulü saat gösteren modelleri de vardı.
ben tip olarak bunu beğendiğim için böylesini aldım, yoksa zordan kaçtığımdan değil :P
satıcının söylediğine göre markanın amblemi OI, IQ'yu çağrıştıracak şekilde tasarlanmış.
ama ters olması neye delalet bilemiyorumm.
şimdi bakalım anlattıklarım anlaşıldı mı?
ali baba saatim kaç?

1 Ekim 2009 Perşembe

deli deyip geçme.

tunalı'da, kuğulu iş hanının alt katında bir tokacı var.
adını bilmiyorum, hoş bir adı olduğunu bile sanmıyorum.
biz ona yıllardır "deli" diyoruz.
sahibi orta yaşı biraz geçmiş, açıkçası kendinden de biraz geçmiş biri.
anlattığına göre, 30 senedir tokacıymış ve ankara'daki ilk 3 tokacıdan biriymiş.
karum açılınca işleri kötü olmuş.
dükkanın en sevdiğim yönü-ucuz olmasından sonra tabi- dağınık olması.
her şey ama her şey üst üste, tokalar bir yanda, küpeler alakasızca dizilmiş.
dükkanın bu haline her gidişimde anlamsızca gülüyorum..

dün tunalı'da işim vardı, ne zamandır uğramıyorum şu deliye bir gideyim dedim.
dükkanı karşıya taşımış, büyütmüş; ama hala aynı keşmekeş.
sahibinin bir özelliği de anında değerlendirme yapıp sana fikir vermesi.
ben öyle bakarken, bir kıza "bak bu tokayı al, sana çok iyi gider" dedi.
kız da bayıldı tabi, ben de içimden "fakşit, beni beğenmedi" dedim.
sonra kız yanındakiyle gülüşerek ve herkesin ve hatta delinin duyabileceği sesle "deli ama zevkli ahahahah" demesin mi?
sanki adama yıllardır deli diyen ben değilmişim gibi öyle bir sinirlendim ki az kalsın dönüp kavga edecektim.
tabi ki etmedimmm, aldıklarımın parasını ödedim ve çıktım.
deli'nin beni kazıklayıp fazla para aldığını ise çok sonra farkettim..

bu da böyle bi anı olsun.
ahahahah.
hoş kalın, öperins!
anlaşılan o ki; rüştü surf yemeyi bırakmış..