31 Aralık 2009 Perşembe

yılbaşı hediyeleri vol son.

aslında hepiniz için ayrı ayrı hediyeler düşündüm.
misal hesi ve lore için çok özel ve güzel bir isteğim var, yeni yılda olacağına eminim.
pinksatellite için imzalı bir lady gaga cd'si ayarladım, ga kankam olur ne de olsa.
eliza, coco ve tüm ankaraseverler için ankara esanslı oda spreyleri hazırlattım.
şimdi adını sayamadığım herkes için özel şeyler düşündüm ama ne zamanım ne de yerim var hepsini "vermek" için :)
bundan dolayı size anlamlı bir mesajla veda etmek istedim.
her ne kadar hayat'a eklenecek bir "da" eki eksik olsa da paşabahçe yaratımı bu mesaj duruma en uygunu.
hayatta en güzel "hediye".
hayat en güzel hediye.
değerini bilin!
öperins!!

yılbaşı hediyeleri vol 3.

delirapunzelciğime de yeni yılda bu max factor hediye paketini "düşündüm".
nerden aklıma geldi bilinmez ama seveceğine eminim.
ayrıca blog benim istediğimi yazarım mottosuyla hareket etmenin ucunu kaçırmama ramak kaldı.
isteyene leğen tutabilirim.

30 Aralık 2009 Çarşamba

yılbaşı hediyeleri vol 2.

hani aldığın hediyenin paketini açarken hediye verene "ayy canım ne gerek vardı, düşünmen yeterli" dersin ya.
işte öyle bir andayız noracan.
evet belki alamadım sana bu "flormar setini" ama düşündüm..
eee yeterli olan da bu değil mi cicim?
öperim!

görseliyet

yılbaşı hediyeleri vol 1.

Ne yazarlar gördüm,

en komiği bile

senin kadar güldürmedi beni.

takipçin oldum önce,

en sevdiklerimden soğudum,

rest çektim hepsine..

eğer bir gün karşılaşırsak,

ne istersin benden?

yeni yıl hakkı!

2009'a girerken içim nası kötüydü anlatamam.
böyle bir felaketler silsilesi yurdu ve dünyayı saracak,
ekonomik krizler tavan yapacak, bir meteor dünyaya çarpacak falan gibi hissetmiştim.
yanılmışım, o yıl 2012 imiş.

2010'a girerken, yaşadıklarından ders alan biri olarak hiç bir hissim yok.
içim kıpır kıpır falan da değil.
27 senedir yapmadığım gibi milli piyango bana çıkarsa nasıl deliririm konulu tezim üzerinde de çalışmıyorum.
sadece yarın işten erken çıkıp akşama istanbul'a varabilme ve akşama tıka basa yeme hayallerindeyim.

yatağa yattığım an günün muhasebesini yapmaya fırsat bulamadan uyuyakalmam gibi, yeni seneye girerken de geçmiş seneye ilşkin değerlendirme yapma adetim yok.
ama madem modayı yakından takip ediyoruz, yazalım bir kaç satır.

2009'da iş aynı, evlilik aynı.
aynı olmakla birlikte ikisi de çok güzel.
daha yaratıcı olabileceğim bir iş pek tabi daha güzel olabilirdi ancak elimizdekiyle yetiniyor ve seviniyoruz pollyanna ve ben.
gitmek istediğim yerlere gittim 2009'da..
ispanya hayal kırıklığı ama ne yalan söyleyeyim şimdi düşününce kötü de değilmiş be!
tüm yakın çevremin hayran olduğu kaş'a -antalya'da 4 sene oturmama rağmen hiç gitmediğim kaş'a- da gittim bu sene.
boşa gitmemeşim..
sonuçlarını haziran ayında doğuracak.
bir de 2009'un en önemlisi hakkı tabi.
beklemediğim bir anda gelen hakkı.
düşününce içime mutlulukla birlikte endişe saran hakkı.
alacağın olsun hakkı!
tanjevic kaç senedir tüm mağlubiyetlerin ardından "hedef 2010" demeseydi biz de 4 senedir hedef 2010 der miydik bilemiyorum.
geçen zamanda 2010 için tüm hedeflerimize ulaştığımızdan, elde bir hedefimiz yoktu, hakkı oldu iyi oldu.
ee benim de 2010 için beklentim de hakkı olsun o zaman!

hakkının coşkusuyla hepinizi yeni yıl münasebetiyle daha bir içten öpüyorum.
yeni yılda da hep hoş kalın!

25 Aralık 2009 Cuma

karpuzkaldıran

uzun zamandır aklımda çocukluğumun en güzel yıllarının geçtiği karpuzkaldıran'ı yazmak vardı.
ismini hiç duymamış biri için ne kadar da anlamsız geliyor.
oysa 4 yılını yaz-kış orda geçirmiş ben ve akranlarım için ismindeki karpuzun ya da kaldırdığı şeyin bir anlamı olduğunu sanmıyorum.
karpuzkaldıran antalya-lara'da mukim bir askeri kamp.
asker çocuğu olmanın avantajlarından biri olarak antalya'da kaldığımız 4 sene boyunca yaz kış kampta kaldık.
her sene baharla birlikte yeni gelenleri karşılar, ekimde sezonu kapatırdık.
15 günlük devrelerde yeni yeni arkadaşla edinir, demirbaş olarak çoğu gidenin ardından diskoda son gece çalan "bu gece son" şarkısı eşliğinde içlenir kimi zaman ağlardık.
8-12 yaş aralığımı orda geçirmiş olmama rağmen, çoğu kişinin halen yaşayamadığı çok şeyi yaptım ve yaşadım orada.
sözlükten holden caulfield, o kadar güzel yazmış ki, ben yazsam aynını yazarım diyerek ve affına sığınarak bundan sonrasını onun ağzından devam etmek istiyorum.
anlattıklarına ve zaman dilimine bakıldığında arkadaşım olma olasılığı yüksek olduğundan yaptığım alıntıya kızmayacağını umuyorum.

"kreplerine, karlamalarına ve snack barına, kayalıklarına, kumlarına taptığımız batı plajını, kıyıda çıkan yengeçler nedeniyle uzak durduğumuz, daha çok sükunet meraklısı yaşlıların tercih ettiği doğu plajını, her daim kalabalık olan, aradığım herşeyi bulabildiğim (marketinden kuaförüne) sahil gazinosunu, 2 yıl boyunca her akşam yemek yediğimiz, alabalıklarla dolu havuzunun etrafında saatlerimi harcadığım doğu gazinosunu, her gün saatlerce bıkmadan oynadığım ve yüzlerce arkadaş edindiğim çocuk parklarını, 90ların vazgeçilmezi olan şarkılarla beynime kazınmış olan, tahta tuhaf bir yapısı olan discoyu, çizgileri beyaz boya yerine beyaz borularla yapılmış bir futbol sahasını barındıran spor tesislerini , süper bir kendin pişir kendin ye mekanını, sabahın 4'ünde kokoreç-işkembe çorbası sefalarını, ilk sinema deneyimime home alone ile evsahipliği yapan ve bünyesinde abuk eğlenceler düzenlediğimiz açık hava sinemasını, kullanılmadığı için paten ve kaykay kaymak için mekan edindiğimiz batı gazinosunu, bütün gün görmediğim annemleri bulmak için gece saat 2'de gittiğim, koşarken tuhaf taşlarıyla defalarca dizlerimi, dirseklerimi yardığım ve alkolsüz kokteyli benim için klasik haline gelmiş, gudik heykellerle dolu antik bar'ı, iskelenin ucunda yer alan gündüz mekanı deniz bar'ı, bütün paramı yatırdığım kola makinelerini, her sabah beni uyandıran tanıdık ağustos böceklerini, yarım saatte bir anons yapan danışmadaki salak kızı, antalya içine sefer düzenleyen ringleri, semaverleri, kaşarlı tostları ve sinemada film arası olduğunda aldığımız spriteları ile uzun süre besin ihtiyacımı gideren çay bahçesini, asansörünün inip çıkmasını salaklar gibi izlediğimiz turist hoteli, futbol maçlarını, sahil boyu süren sarı salıncaklarını, mayıs ayında açıp ekimde kapadığımız deniz sezonunu, aylarca bronz tenle gezmeyi, hatta sahil gazinosunun önündeki telefon kulübelerini, kimi zaman otoparkını, ve hatta yokuşlarını, motellerini, yağmurlarını, evin camından baktığımda gördüğüm şimdi adını anımsayamadığım şelaleyi, sabahın köründe palmiyelerin zakkumların arasında servis beklemeyi deliler gibi özlediğim, istanbul'a taşındıktan sonra gittiğimde çok değişmiş bulduğum, yabancılık hissettiğim, bende 40 derece sıcaktan, nefes almamı güçleştiren, giysilerimi sürekli ıslak bırakan yoğun rutubetten ve hüzünden başka bir iz bırakamayan, ama sonraları geriye baktığımda 2 yıl boyunca bir kez bile oturup televizyon seyretmeden yaşadığım, dizimdeki kabuk olmuş her yarada bir kez daha anımsadığım, güneş yağı ve hindistan cevizi kokusunda bulduğum yerdi karpuzkaldıran.. küçüktüm, hayat daha güzeldi, televole daha yoktu, şaban torino'ya yeni gitmişti.. hey gidi hey"

24 Aralık 2009 Perşembe


hay allahım ya.
mahçubiyet denizinde sevinçlere gark oldum.
puantiyeli hediye paketi,
içinden çıkan audrey broşu ve straplez t-shirt.
soru işareti hakkı mı ayşe mi sorusuna ait.
broş banyosuyu'nun hesi'den aldığı tarifle pişirdiği süper güzel bir şey.
banyosuyu ise türünün son örneği..
santa clausum benim, teşekkür ederim ;)

23 Aralık 2009 Çarşamba

yar bana bir eğlence medet!


ağacımızı tozlu rafından indirip kurduk,
yoğun araştırma sonucu birbirimize "sürpriz" hediyelerimizi aldık.
ama hala yılbaşı gecesi ne yapacağımızı bulamadık.
istanbul, aile saadeti, arkadaş eğlencesi derken halen bir karar vermiş değiliz.
hakkı'yla olduğu için içkiden uzak durmam gerektiği gerçeği karşısında; evde ye-iç-tombala oynaya aklım kaysa da,
hakkı'sız son yılbaşım olacağı, bundan sonra istesem de zor çıkarım düşüncelerine istinaden dışarı çıkma hevesim de ağır basmıyor değil.
ayy bilemiyorum...
öpüyorum!

21 Aralık 2009 Pazartesi

bu geceeee

uzun olacak besbellii, biliyorumm.
ayrıca çok iğrencim onu da biliyorum.
öperins!

18 Aralık 2009 Cuma

kehanet

bu habere ve benim maçı izlemeyecek olmama inat, nihat bugün gol atmazsa ben de ne olayım.
ne olayım?

17 Aralık 2009 Perşembe

14 Aralık 2009 Pazartesi

şimdi bu 'dayı'; "sevdiğine sadık erkek kendinden vazgeçmiş erkektir" diyor ve biz ona bayılıyoruz öyle mi?
izleyenler kusura bakmasın ama ezeli izleyeceğime aynada kendimi izlerim daha iyi.

dostum aida dedin ama bu zenci.

hakkaten de öğrenmenin yaşı yok.
ilk kez bale izlemenin heyecanını daha üzerimden atamamışken, cumartesi günü operaya da giderek sanatsal belleğimin eksik kalan kısmını da tamamlamış oldum.
bir insan 27 yaşında operaya gidiyorsa elbette ki en iyisi olsun ister.
opera denince de akıllara-en azından benimkine- aida geldiğinden, bundan iyi bir seçim olamaz diyerek biletleri aldım.
ankaralı sanatseverlerin bu denli çok olması insanı mutlu ediyor ne yalan söyleyeyim.
otopark gibi salon da tıklım tıklım doluydu.
çoğunun bizim gibi ilk kez operaya geldiği belli.
ama bazıları ilk kez gelme olayını abartıp "biz ilk kez geliyoruz da numaramızı bulamayacağız" gibi baştan yenik ve şaşkın sorularla benden yardım istedi.
tüm sakinliğim ve salonu bilmenin hafif ukalalığıyla yerlerini gösterdim.
eserin başlamasından kısa bir süre önce 4 perde olduğunu ve yaklaşık 3,5 saat sürdüğünü öğrenince hafif bir huzursuzluk olduysa da, ben bu yola başkoydum civanım nağmeleriyle süper ihtişamlı opera sahnesindeki yerimizi aldık.
burada aç parantez hemen belirteyim yıllarca aYda diye teleffuz ettiğim(iz) eser, orijinalen aİda imiş.
bunu da her perdeden önce özeti okuyan hanımdan öğrendim.
konuyu okumadan gittiğimiz ve hepimizin ayrı bir seneryo yazdığı bale fiyaskosundan sonra her ne kadar eserin özetini yanıma aldıysam da gerek üst yazı gerekse süper italyancam sayesinde anlama zorluğu yaşamadım bu sefer.
ancak bizi bekleyen diğer zorluklardan o anda haberimiz yoktu...
bu arada çok acayip; bir kural mıdır bilmem opera/bale izleyicisinin her fırsatta alkışlama isteği takdire şayan olsa da zaman zaman rahatsız edici olabiliyor.
3 saniyelik es görmeye görsün hemen şakşak!
orkestra yerini almış olduğundan ilk alkışımızı orkestra şefine patlattık.
gerek bale gerekse operaya canlı orkestranın kattığı tat inanılmaz.
müzikleri canlı olduğunu bilerek, dahası görerek dinlemek çok çok güzel.
derken perde açıldı ve aida!
leyla gencer'in hayatını ve aida'daki ihtişamını okumuş biri olarak sahnede güzeller güzeli bir aida beklerken 50sini çoktan aşmış, zayıfça bir zenci görünce gecenin ilk şokunu yaşadım.
aida'nın habeş kralının kızı olduğundan bihaber operaya gitmenin getirdiği bu şok aslında çok da acayip değil.
habeşistanın günümüzdeki adının etiyopya olduğu düşünüldüğünde, karşında aida rolünde elvan abeylegesse görsen şaşmamalısın.
mısır kralı radomes'i canlandıran, elbette kadın başrol oyuncusuna uygun yaşlıca, oldukça botokslu bir italyan bey..
bunun yanında firavun, radomes'e aşık firavunun kızı, ve aida'nın babası habeş kralı bir o kadar genç.
kimsenin fiziksel görüntüsüyle dalga geçmek istemem ama firavunun kızı amneris rolündeki sim tokyürek'in aklımızdaki opera sanatçısı formatına uygun olması prenses rolünü oynamasıyla biraz tezat olmuştu sanki.
firavunun kızını bir ödül olarak krala sunması sahnesinde de genç izleyicilerde ister istemez bir kıkırdaşma oldu, ben tabi ki ayıpladım.
böyle bir oyuncu kadrosunun olası sonucu; inandırıcılığını kaybeden karakterler ve buna kafasını taktığı için bir türlü oyunun içine giremeyen ben..
eserin cidden 4 perde olması, 3,5 saat sürmesi ve arkadakiler görebilsin diye sabit durmaktan oluşan bel ve boyun ağrılarım da cabası..
sonuç, çıkışta operanın çok ayrı bir kültür olduğu fikir birliği içinde çiftliğe gidip kokoreç yemece..
öperins!

11 Aralık 2009 Cuma

son dakika!!

devlet dairelerinde solitaire oynamak yasaklandı. memurlar isyanda.

teknoloji dediğin tek dişi kalmış canavar!

teknoloji meraklısı olmadığım gibi kendimi teknoloji cahili olarak nitelendiririm genelde.
işlevinden çok rengine vurulup aldığım bir kırmızı bir de pembe telefonumdan, kırmızının yere düşüp infilak etmesinden sonra yeni bir telefon almak şart oldu. düşündüm taşındım, fayda maliyet ekseninde mantıksal sonuçlara vararak bir telefon aldım. alır almaz pembe bir kapak geçirdim hemen arkasına. bu hareketimden sonra cihan, minik yavrumuzun erkek olmasını daha bir canıgönülden istemeye başladı. zaten kız olsa da pembe ağırlıklı giyinmesi yasak. tüketim insanı olmamasını engellemenin yolunun pembeyi yasaklamaktan geçtiğini sanıyor tüm iyi niyetiyle. böyle şeylerin içten geldiğini zamanla anlayacaktır.

her neyse bugün "yeni" telefonun alarmını sabah 7.45'e kurmanın rahatlığıyla bir o yana bir bu yana dömerek uyuyorum, evet dömüyorum tüm dömüşüklüğümle.
aslında baş gösteren eklemsel ağrılarımdan şüphelenmem gerek ama hava karanlık; tam karanlık olmasa da alacakaranlık sabah olmuş olamaz.
ben bunları düşünerek dömüşürken sabah olmuş, zaman iş başında olma zamanına gelmiş de geçiyor.
"canım duruşman mı var" sesiyle uyanıp akabinde "saat 9 da " lafını duyar duymaz koşarak yataktan kalkmam ve yarım saat içinde iş yerinde olmam yeni telefonum sayesindedir.
görüldüğü gibi teknoloji her zaman yararlı olmuyor, oysa mevcut telefonun neredeyse 8de biri fiyatına aldığım kırmızı telef-on beni her sabah ıslıklı beşiktaş marşı eşliğiyle hiç sektirmeden uyandırıyordu.
bir gün de gık demedi, zavallıcık.
bu sayede bir kez daha teknoloji cahili olmanın insanı daha mutlu ettiğini anladım.
teknolojin mi var derdin var!
daha telefonun nasıl sessize alınacağını bulamadım, şarkı yükleyemiyorum, eklentileri yükleyemedim zira gerekli üyelik işlemini bile beceremedim.
bu halimle telefonu açabildiğime şükretmek gerek.
sevmek dokunmaktır derler, dokunuyorum ama sanki bir şeyler eksik.
zamanla birbirimizi seveceğimizi sanıyorum,
öpüyorum!


7 Aralık 2009 Pazartesi

kendimi bildim bileli, hiç sekmeden, siyah beyaza başka renk karıştırmadan beşiktaşlıyım.
babamın ve 23 yaşından sonra kendi deyimiyle "özüne dönen" kız kardeşimin fenerbahçeli olmasından dolayı yıllar yılı benim için kardeş takım fenerbahçedir.
yani öyle idi.
kardeşimin holiganlığa kaçan fanatikliği ve bir kaç senedir fenerbahçeye gelen futbolcuların tarzı beni ciddi şekilde fenerden uzaklaştırdı.
her mağlubiyet ve başarısızlığın ardında kendilerine laf söyletmeyip suçu daima başkalarında arayan tavırları artık o kadar antipatik oluyor ki bir raddeden sonra çekemez hale geliyorsunuz.
cumartesi günkü maçtan sonra aziz yıldırım'ın yapmış olduğu açıklamalar da aynı şekildeydi;
taraftarlarınca adeta dokunulmaz nitelikte bir nebi ilan edildiğinden ağzına geleni söyleyebilen, fedarasyona, fedarasyon kurullarına, hakemlere korkusuzca tehditler savurabilen yıldırım, alemden aleme koşan, bir birlerine şans dilemeyecek kadar kinli futbolcuları hakkında tek laf etmiyor nedense.
ayrıca 8 maçlık galibiyet serisinde de nedense kimsenin ağzından akılların başa alınmasına dair demeçler çıkmıyordu.
hakemler hata yapıyor doğru, ama münferiden bir takıma karşı bilinçli bir politika izlenildiğini sanmıyorum.
hele ki fenerbahçenin aldığı mağlubiyetlerde hakem hatasının etkili olduğunu hiiç..
öperins!
ece kızımız sağolsun, dün gece sayesinde epey çeviri yapıp, cvmizi tekrar gözden geçirme fırsatı bulduk. onun gibi "türkiye'nin en başarılı genci" olmadığımızdan, cv'de şimdilik 2 dil var. ortalama bir türk genci olarak sanıyorum ki fransızca da beni affet pardon mua falan olmalı. ama vasati 30 çöp olduğumdan yanılıyor da olabilirinG!

hocam derken?!

en az, noracan'ın abi diyen kızlardan çekinmesi kadar ben de "hocam" diyen insanlardan ürküyorum.
odtü'lü olmadığım/olamadığım için içten içe oluşan bir fesatlığın tezahürü değil bu.
odtü'de hukuk vardı da biz mi okumadık şeklinde arabesksel söylemlerde de bulunamayacağım,
zira hukuk ne idealimdi ne de öncelikli hedefim.
öys denen dangalak sistemin "öngörümüzü" artıran tercih sistemine göre aşağı yukarı kapasitemi tespit edip, babamın "ölsem kızımdan ayrılamam, ankarayı yazacaksın sadece" nidaları arasında; 1- ODTÜ uluslararası ilişkiler 2- A.Ü. uluslar ilişkiler 3- ODTÜ psikoloji 4- Ankara Hukuk 5 Başkent hukuk şeklinde devam eden bir tercih listesi oluşturdum(k).
sınavda soruları çözerken daha anlamıştım uluslararası ilişkileri kazanamayacağımı.
televizyondan yaptığım kontrollerin akabinde kendimi ODTÜ psikolojiyi kazanmaya öyle bir hazırlamıştım ki terapihanemin dekorasyonu bile hazırdı kafamda.
sınav sonuçlarını beklerken kötünün kötüsünü düşünmekten çıtamı gazi hukuka kadar düşürüp endişenelnmeye başlanmıştım.
sene 98 tabi o zaman internet bu kadar yaygın değil, sınavların açıklandığı gün 900'lü hatları çevirip sonuç öğrenmeye çalışıyoruz.
60-70-80 denemeden sonra düşen hatta ankara hukuku kazandığımı öğrenince, gazi hukuk olmadığının sevinciyle terapihaneyi bile bir kenara atarak öyle bi sevinmiştim ki gören büyüyünce anayasa mahkemesi başkanı olmak isteyen genç kızın hayalleri gerçekleşti sanırdı.
her ne ise, odtü günlerimin bu şekilde başlamadan bitmesiyle "hocam" kelimesini dilime pelesenk edememem ve hızla bu laftan tiksinmem bir oldu.
hocam nedir yahu?
bakkala hocam, garsona hocam, çiçekçiye hocam..
odtü dolmuşçuları bile seslenme ünlemi olarak hocam'ı kullanıyorlar artık.
benim bildiğim bir hoca var o da nasreddin.
kızları geçtim, erkeklerin bile ağzına yakışmayan bu kelimenin kaynağını henüz araştırmadım ama bulursam kökünü kurutmak için elimden geleni ardıma koMAyacağım.
böyle de bi tepkiselim,
öperins!
bu güzel resim/çalışma ve daha fazlası için lonk

5 Aralık 2009 Cumartesi

vincent ewing a.k.a. nihal yeğinobalı

"Elli yıl kadar önce ilk romanım Genç Kızlar'ı yazdığımda ben de bir genç kızdım. Romanın gerçekçi olabilmesi için katmam gereken erotizm dozunun, o günün ölçülerine göre fazla ağır kaçacağını bildiğimden, takma bir erkek adı kullandım: Vincent Ewing. O yıllarda çeviri romanlar telif romanlardan daha gözdeydi, bu erkeğin Amerikalı olmasına karar verdim ve romanı İngilizce'den çeviriyormuş gibi kaleme aldım. Yayınlandığı günlerde bir anda o zamana kadar en çok satılan, sevilen Türk romanı oluvermesi beni çok şaşırtmıştı. Oysa Genç Kızlar'ı benim yazdığımı, yakın çevremdeki birkaç kişiden başka bilen yoktu. Bu aldatmaca, o yaşamda bana çok keyifli bir oyun gibi gelmişti. Uzun yıllar romanımın kapağında Vincent Ewing takma adını kullanmayı sürdürdüm. Artık bu yabancı adın ardına sinmenin eski tadı da kalmadı, gereği de. Pek çok kişi bu gerçeği öğrendi. Genç Kızlar romanım, Can Yayınları'ndaki yeni baskısıyla birlikte, ilk olarak okurlarımın karşısına, takma adımın yanısıra, gerçek adımla çıkıyor: Nihal Yeğinobalı ya da Vincent Ewing. Hem Nihal Yeğinobalı hem Vincent Ewing. Birçok yazarın, yabancı yazarlardan 'esindikleri' malzemeleri, yapıtlarında kendilerininmiş gibi gösteregeldikleri bir ülkede, genç bir yazarın kendi özgün ürününü bir yabancıya mal etmek gereği duymasının ardındaki -yer yer kara mizaha kaçan- ilginç öyküyü kitabın önsözünde bulacaksınız"

arka kapak okuyup kitap alabilitemin yüksekliği düşünüldüğünde, bu kitabı koşarak almam kaçınılmaz.




sevdim mi taaam severim, sildim mi bir milanla...

*fotoş

3 Aralık 2009 Perşembe

komisch koko*

aslında daha önce -tek cümle de olsa- bahsetmiştim en çok güldüğümüz şeylerin ortak farkındalıklarımız olduğundan.
ama dün gece ege kayacan'ın şahsi şovunu izledikte sonra bir kez daha tezimin onaylanması beni daha bi mutlu etmiş olacak ki bundan bahsetmeyi görev edindim kendime.
aslında bunu ilk kez cem yılmaz esprilerine neden güldüğümüzü düşünürken farketmiştim.
evet boş zamanlarımda böyle gereksiz konular düşünürüm ben.
cem yılmaz'ın şovlarında bahsettiği konular hepimizin bir şekilde farkında olduğu ama dikkat etmediği ancak başkasından duyunca "a-ha cidden aynen böyle ya" dediğimiz şeyler değil mi?
uzun zamandır izlemediğim için spesifik bir örnek veremeyeceğim ama izlerseniz cem yılmaz'ı bir dikkat edin derim.
dün ege'nin şovunda da, klasik güldürü tozumuz g.t baş haricinde, en çok güldüğümüz şeyler yaşadığımız olaylardı.
bu küfür olayı da ayrı mevzu ama madem konu açıldı kısaca söyleyeyim, kaba saba karakterler osuruyor veya küfür ediyor türk milleti de ona gülüyor şeklindeki alaycı eleştrileri anlamıyorum.
zira dün geceki nezih toplulukta da boş geçen argo esprisi olmadı.
her ne ise ortak farkındalıklara dönecek olursak ve ege'den çalarsak; misal yeni bir cep telefonu aldıklarında tüm teknolojiye teğet geçerek "yeşile basıyorum değil mi" repliğini söyleyen anneye sahip olmayanımız olmadığı için böyle bir espriye gülmeyen de olmuyor.
yine aynı şekilde evlilikte osuruğu sıradanlaştırma sürecine dair yapılacak şakalarda evli olan herkesin kendini bulacağı ve kahkahayı koyacağı kaçınılmaz bir gerçek..
ee yani böyle bir tespit yaptın, aferin de sonuç? diyen aceleci keratalara hemen cevap veriyorum.
kıssadan hisse eğer türkiye'de komik olmak istiyorsanız "kaba" bir kaç sözle bezenmiş ortak farkındalıkları bulun ve sunun.
emin olun başarılı olacaksınız..
sakın yanlış anlaşılmasın kötü bir şey olduğunu söylemiyorum bilakis ben en çok onlara gülüyorum.
öperins ;)

*lern mit uns kitabındaki papagayın adı. fotosunu bulamadım, google görsellerde aratınca da ilk çıkan fotonun benim fotom olması da acayip değil miĞ? yoksa bu da bir işaret miiiii?!?

1 Aralık 2009 Salı

zadadank, zadadank!

blog tehlike sinyalleri veriyor olmasa da kendimi zorlayıp üç beş bir şey yazayım diye zaten düşünürken, kırmızı lambaların blogun tepesinde dönmesinden vazife çıkararak yazayım BARİ dedim.
ve döner dönmez kurduğum bu uzun cümleden ben bile korktum.

düşünsel açlıktan verilen bu zorunlu arada neler oldu neler.
yok be! alle cephesinde yeni bir şey yok aslında.
mesela bir şey yutmuştum ya ben, onun kolu bacağı çıkmış.
içimde duruyor sakince.
baleye gittim hayatımda ilk kez, konuyu bilmeyince ortaya ne komik algılar çıkıyormuş onu öğrendim.
farmville'i bıraktım; nadasa değil sonsuza kadar.
filmler izledim çoğu türktüler.
bornova bornova, ödüllü film önyargımı değiştirdi.
nefes, ruhumu yeşertti.
ugly truth, amerika'da romantik komedinin bir klişeler silsilesi olduğunu idrak ettirdi.
broken embrace, bir şeyler eksik kalmış almodovar dedirtti.
diziler de izledim, boş durmadım.
hung, flashforward, lie to me, mad men!
jon hamm'a tipsiz diyenleri anlamaya çalıştım, başaramadım.
ama kitap okumadım, itiraf edeyim.
murat menteş yeni kitap yazmış, onu aldım açılayım diye; ı-ıh fayda etmedi.
çok okuyan çok yazar demişler,
dememişlerse de ben dedim şimdi ve yazamamamı buna bağladım.
dönüşüm muhteşem olacak gibi beylik cümleler etmemişim allahtan.
ama kadir tapucu'dan da iyiyim.
değil miyim yoksa?!
ölümü ye, doğru söyle.
bir şeyler eksik mi kaldı ne?
hamiş: foto 2006'dan. şu anki ve genel ruh halimi yansıttığından en sevdiğim!