30 Nisan 2010 Cuma

fark?

sevgili zeynep değirmencioğlu,
aslında sana olan kızgınlığım çok daha öncelere dayanıyor.
aylar önce yine sana bir mail atmıştım, cevap verme gereği duymamıştın.
şansından su grubunun kinci burcu değil de en şükelası olan yengeç burcuna mensup olduğumdan 2-3 ay triplenip sonra olanların üzerine perde çekmiştim.
hoş insanım vesselam.
geçen zaman zarfında yazılarını okumakla yetiniyordum ki, geçen yine bir hususta hislerimi paylaşmak amacıyla sana mail atma gafletinde bulundum.
bak gaflet diyorum kibarca zira yaptığımın salaklık olduğunu o zaman düşünmemiştim.
yahu şekerim; nedir bu kibirin sebebi?
benim bilmediğim bir popüleriten, şan-şöhretin mi var?
hağğ duruşumun, zekamın, kariyerimin hastası olabilirsin ama yine de bu kadar kaba olma rica edeceğim.
hadi ben neyse süper egom sayesinde seni takmayacak kadar olgunum da, başkalarına da bunu yapıyorsan ağlar, üzülürler.
ayrıca paylaşım için blog yazıyor isen geri dönüşlere de aynı şekilde ilgili olmalısın, benden söylemesi.
misalen geçen iki paket aldım; biri banyosuyu a.k.a nesciğimden, diğeri de canım hesi'den..içinden de bunlar çıktı. canlarımmm benim, her iki pakette de gözlerim doldu ki çoşku insanı değilimdir. insanın hayatında hiç görmediği kişilerce bu derece sevilmesi ve bilmukabele onları tanıyormuş gibi sevmesi blog mucizesi değil de nedir?! görüyorsun ya zeynepciğim; biz bu tarz şeylere paylaşım diyoruz sevgi diyoruz. maillere cevap vermeyeceksen oraya nal gibi mail adresini yazmayacaksın. sinirlendiğimden ya da kızdığımdan değil inan, sadece uyarayım dedim. ve insana önemsendiğini hissettiren tüm canım blogmatelerim; hepinizi öperim!

27 Nisan 2010 Salı

kuki muki

geçen gün bir yerde insanların isimleri ile müstesna olduklarını söylediler.
yani ismi, bir şekilde insanın hayatını etkiliyormuş.
durumdan vazife çıkararak "iyi o zaman herkes bana hediye alsın" dediysem de, senin alman gerekiyor diye hemen üste çıktılar.
oysa ben hediye almak konusunda çok ama çok başarısızım.
sevmem demiyorum ama sıradanlıklardan hoşlanmadığımdan hediye verirken ve de seçerken oldukça zorlanıyorum.
malumunuz veçhile yakın bir zaman önce 10. yılımızı şenlikler olmaksızın kutladık.
10. yıl olması münasebetiyle cihan'a farklı bir hediye almak istedim.
yaklaşık 4-5 sene önce pasta yapmaya merak sarmış, evde kendi kendine profiterol yapmış oldukça da başarılı olmuştu.
bunun üzerine bir pasta kitabı aldıysam da devamı gelmedi hevesin.
normalde bir erkeğe hediye edilemeyecek ama küçükken evde beze yapıp, arkadaşlarına dağıtan bir adam için ilgi çekici olabilecek bir fikir geldi aklıma.
yıllardır komşum olan funda pastanesinin açmış olduğu funda classy'de bir kurabiye tasarım kursuna yazdırdım onu.
açıkçası sever mi mutlu olur mu diye tereddüt ettim ama sonuç; mükemmel!
bunları da o yaptı, hem de ilk ders sonunda!
öğretmeni de o'ndaki üstün yetenek karşısında şaşırmış.
bunları görünce ben de şaşırdım, kendi tasarımı olan kalpli beşiktaş formasına bayıldım.
hemen kendime paye çıkararak, küçük emrah'ı keşfetmiş plakçı kadar sevindim.
başarılarının devamını diliyor ve kocaman öpüyorum canım ;)

16 Nisan 2010 Cuma

bu karayı al parayı.

efenim malumunuz yaş otuzlara yaklaştığından, "eskiden"le başlayan cümlelerimde gözle görülebilen bir artışın yanında, bu "eskiden"lerin çoğunuzun hatırlayamayacağı kadar eskiye dayandığı da bariz bir gerçek.
yine böyle bir cümleye az sonra başlayacağım ama önce çıkmak isteyen varsa çıkabilir.
neyse "eskiden" trt'de bir dizi vardı, ismini hatırlayamıyorum. (gugılladım süper nine imiş)
dizinin kahramanlarından biri üç kağıtçı campbell idi, belki daha önce de bahsetmişimdir bilemiyorum.
o günlerden ağzımıza babam sayesinde yapışan bu kahramanın adını, şimdi dahi düzenbaz kişiler için kullanırız aileCEK.
yani üç kağıtçı lafı 28 senelik yaşantımın 20 senesinde bilfiil kullandığım bir söz öbeği.
bugün sabah bekir coşkun'un yazınsını okurken farkettim ki bu üç kağıtçı bildiğin bul karayı al parayıcıymış.
bulunca da sanki ilk kez ben farketmişim gibi sevindim, ancak sevinmemle kendimden utanmam arasında o kadar kısa bir zaman aralığı geçti ki sevinmelere doyamadıııım.
sözcüklerin kökenine duyduğum ilgi hakkında sol tarafta bas bas bağırırken, şu yaşımda, bu ilgiyle bunu farketmiş olmanın utancını kaç saattir üstümden atamıyorum.
yazayım, kamuoyu ile bu utancımı paylaşayım, belki benim gibiler vardır ve hatta daha beteri bu yazıyla bunu anlamış olanlar olursa rahatlarım dedim.
yazımı yazdım, bekliyorum.
hadi öperins!

14 Nisan 2010 Çarşamba

aşkın 3650 günü


gün 1: sanki hiç gitmemiş hep var gibi
gün 365: bir sırrı herkesten saklar gibi
gün 730:sessizce sokulup ağlar gibi
gün 1095:beni bir şeylerden aklar gibi
gün 1460:koparmadan çiçek koklar gibi
gün 1825:hiç bozulmamış yasaklar gibi
gün 2190:geçmiş değil bugün gibi
gün 2555:yanımdasın
gün 2950:aklımdasın
gün 3285:gündüzümde, gecemdesin
gün 3650:çalınmasın, söylenmesin...

aşkın 3650. günü kutlu olsun!

10 Nisan 2010 Cumartesi

şu yazım ve akabinde gelen "the dreamers izle, sonra konuş" tavsiyeleri üzerine filmi hemen edinip izledim.
tabi ki louis garrel için değil, sanat için!
louis, uzvi bakımdan fena olmasa da(açıklama istemeyelim, izleyip görelim) tanrısal güzelliğini ve çekiciliğini göremedim ben the dreamers'da.
bertolucci'den sonra da görüşlerim aynıdır, kamuoyuna saygıyla duyrulur.

7 Nisan 2010 Çarşamba

büyünce ütopik dünyalara gitsem de jean seberg olsam,
kısacık kestirip saçlarımı içsem ilk sigaramı.

6 Nisan 2010 Salı







ya şundadır ya bunda dedim, 5 saat düşündüm, çıldırıp ikisini de mi alsam dedim. ona sordum, buna sordum, kafamı iyice karıştırdım.
en sonunda arı maya oldum, pişman değilim.





ankara'da bir pazar, venedik'te bir gece.

ankaralı olup ve/veya ankara'da oturan 16-40 yaşları arasındaki nüfusun hayatlarında en az bir kez "off ya, ankara'da yapılacak bir şey yok" dedikleri, demeyenlerin ise sopayla kovalandıkları artık bilimsel bir gerçek.
benim de 27 buçuk yaşımda olduğum ,16 senelik ikametim ve eşim münasebetiyNEN ankaralı olduğum hesaba katıldığında ağzımdan bu cümlelerin dökülmesi elbetteki içten değildi.
sosyal hayatımızı geliştirmeye yönelik gösterdiğim çabalar, minik misafirin gelmesine aylar kala daha da kuvvetli bir hal aldı.
her ne kadar aksine inanmak istesem de, toplumdaki genel kanı neticesinde çocuk olduğunda alışveriş merkezinden başka yere gidemeyeceğimizi düşünerek, sinema, tiyatro, bale, müze ne varsa geziyoruz.
pazar günü evde yapılan brunch (sadece saat itibariyle değil menü bakımından da) ardından, kaleye doğru yollandık.

rahmi koç müzesi- oyuncaklar bölümünden

uzun zamandır aklımda olan rahmi koç müzesi ve bünyesindeki geçici minyatür odalar sergisine gitmeden önce kale etrafı ve saman pazarı civarında ufak bir tur attık.müze çıkışında daha önce gramafon tamircisi iken dükkanını kafeye çeviren ve 45likler, plaklar ve tabi ki gramafon çalan gramafoncu ali'de çay-kahve molası verip, güneşin tadını çıkardık. kalabalıktan anladım ki burnumuzun dibinde neler oluyor da bir bizim haberimiz yok.

böylesine güzel bir pazarın ardından gel gelelim düne. uzun zamandır, bale-operaya gitmiyoruz diye, ankara dob tarafından sergilenen venedik'te bir gece'ye bilet aldım. aslında otopark'ın ve fuayenin boş olmasından işkillenemdim değil, zira şimdiye kadar gittiğim tüm temsiller tıka basa dolu oluyordu. 4 kere venedikte bulunmuş ama hiç gece kalmamış biri olarak venedik'te bir gecenin bu kadar felaket oalcağı aklıma dahi gelmezdi. eser türkçeye çevrilmiş, orkestra her zamanki gibi süper ancak müzik o kadar baskın ki türkçe dahi olsa ne dedikleri anlaşılmıyor. beni hafiften sıkıntı basmışken etrafıma bakmamla gülmem bir oldu, salonun yarısı uyuyor diğer yarısı da ya etrafa bakıyor ya da telefonu kurcalıyordu. bir teyze, uyuyan kocası ve oğlunu dürterek uyandırdıysa da, aldırış etmeden uyumaya devam ettiler. ama ilginçtir, horlayan olmadı. tabi ki beklenen son; kendimize bu işkenceyi neden yaptığımızı sorarak ilk perdeyle birlikte olay yerinden koşarak uzaklaştık. bundan sonra opera/operet mi? yo dostum yo! bir sonraki etkinlik yine ankara dob tarafından sergilenen üç silahşörler. bunun yanında haftada bir gün sinema etkinliğimiz de devam ediyor.kesmeyeceklerini bilsem yeni gençlik parkına da çok gitmek istiyorum ama daha melek yavruma doyacağım. öperins!

5 Nisan 2010 Pazartesi

avkat değil avukat yavrucum.

bugün 5 nisan.
avukatlar günü.
her ne kadar zaman zaman kendimi telefonda "avukat hgb" olarak tanıtsam da,
avukatlıkla bir türlü bütünleşemediğimden benim için pek anlam ifade etmiyor bugün.
yani içimde çılgın bir kutlama sevinci yok.
ama adettendir.
kutlu olsun.
ama senede bir gün değil her gün hatırlayalım avukatlarımızı..
önyargılarımızdan arınıp, tüm iyi niyetimizle...
öperins!

1 Nisan 2010 Perşembe

tamam zevkler ve renkler de, o da bir yere kadar.




bu resimde gördüğünüz beyefendi, 83 doğumlu fransız aktör louis garrel.
şimdi izninizle- ve tabi ki yazarların affına sığınarak- kendisi hakkında ekşi sözlükte yazılmış bir kaç entryi nakletmek istiyorum.
*taş tanımının yetersiz kaldıgı bir eros heykeli vakası kendisi. ben oyle vücüd, öyle bir kumral, öyle bir karizmayı yürüdügüm yollarda göremedim. by uzuntu ve muz kabuğu
*insanın bakmaktan gözlerini alamadığı oyuncu. by latoneus
*bu adama insan demek konusunda tereddütlerim var. sadece saçlar bile yarı tanrısal sıfatını hak ediyor. hele ki dremers filminde çıplak ten üzerine giydiği ceketle omlet yapma çabası yok mu... buradan sözlük kadınlarını toplanıp konuyu tartışmaya davet ediyorum. bu varlık tanrıysa neden hala tapınmıyoruz? ikinci sorum da bunu erkek bir insan evladı olarak değerlendireceksek, geri kalanla ne yapabiliriz? by summer of 1985
*insanın ruhunu sakatlar bu adamın bakışları. ses tonuyla bir olunca da bi tarafına inme indirir, daha da hayır beklenmez kendisinden. by charmofsmyrna

kör müyüm yoksa zevksiz mi? biri bana izah etsin, n'oluur?