31 Mart 2009 Salı

cehalette son nokta!

teknolojiyle erken tanışmış biriyim.
ona ne kadar teknoloji denirse artık.
şöyle ki 89 senesinde babam bilgisayar diye bir klavye, bir kasetçalar bir de tabanca getirmişti.
kasetçaları televizyona bağlar,
sonraları kafa ayarı denildiğini öğrendiğim süreçte ekranda beliren rengarenk çizgileri izler,
sonunda oyun yüklenince de tabanca ile oynanabilitesi olan oyunları annem ve babamdan fırsat bulabilirsek oynardık.
o zamanlar "ama haksızlık bu" nidalarıyla küçük kalimerolar olarak isyan etsek de bizim yaşımızın 6-7, annem ve babamın da 30 yaşında olduklarını düşününce onların oynamasının mantıksız olmadığını şimdi şimdi anlıyorum.
commodore 64'le başlayan teknolojik yaşamımız 10 senelik standby süresinin akabinde normal insanların bilgisayar olarak nitelendirdikleri makine ile devam etti.
sonra icqlar, msnler bir iletişim aracı olarak bilgisayarı hayatıma soktu.
yıllar geçtikçe skype ve türevlerini uluslararası iletişimde dahi kullandım.
teknolojik bazda kendi kendime yeten bir halde yaşamıma devam ediyordum.
amma ve lakin google talk olayını henüz bugün öğrenmiş bulunuyorum
"ne var bunda, bilmeyen olabilir" diyebilirsiniz.
haklısınız da.
lakin benim g-talk'dan konuştuğum insanlar var.
ama mail sayfamdan konuşuyordum; msn tarzı bir yükleme olayının farkında dahi değildim.
bilemiyorum belki öyle daha mutluydum, bekleyip göreceğiz.
hatta şu anda bunları yazarak da cahilliğime cahillik katıyor olabilirim, normal.
bu cahiliyetimi tarihe not düşmek açısından bloguma koyduğumu bildirir hepinizi tek tek öperins!

30 Mart 2009 Pazartesi

maruzat

seçim sonuçlarının "gökkuşağı" adlı rekreasyon alanında kızılırmak suyu içerek kutlanılmasını talep ediyorum.
bol koli basilili günler dilerim.
saygılarımla.

27 Mart 2009 Cuma

iyi günde kötü günde!

insanların ne olduğunu anlamak için halihazırda elimizde 2 yöntem var değil mi?
ya seyahate çıkıyoruz ya tatile gidiyoruz.
ama bunu zaten aynı anda yapıyoruz.
yine attım ben sanıyorum.
-google arası-
ya tatile gidiyormuşuz ya ortaklık yapıyormuşuz.
bir başka akıma göre ya tatile gidiyormuşuz ya sır veriyormuşuz.
tatile her halükarda gidiliyor yani.
tatile gidiyoruz öncelikle,
aynı odada kalıyoruz; pis mi temiz mi anlıyoruz,
yemeğe gidiyoruz; cimri mi değil mi görüyoruz,
o da bizimle tatile gittiğine göre bizi tanıyor pek tabi.
kaygılı biriysek aman şöyle yapayım aman böyle davranmayayım tarzı bir gerginlikte tatili bitiriyoruz.
arkadaşın gözüne giriyoruz ama tatil de bizim gözümüze giriyor.
mutlu mesut ama yorgun dönüyoruz eve.

tatil bir yana birini tanımak için en etkili yöntemin evlenmek olduğu aşikar.
hayat şartları her tanımak istediğimizle evlenmemize izin vermiyor ne yazık ki.
ne de güzel bir yöntem oysa.
aslında evlilik ile tanıma arasında süper bir kısır döngü var.
tanımadan evlenemiyorsun, evlenmeden tanıyamıyorsun.
"ayy evlenince çok değişti, gerçek yüzü ortaya çıktı; adam meğer maske takıyormuş ayol"
veyahut
"o kadar senedir birlikteydik gaz çıkardığını evlenince anladım"
tarzı cümleleri etrafınızda çok duydunuz, hatta kendiniz bile söylemiş olabilirsiniz.
işte tam bu noktada tüm suçu evlilikte bulan ve yıllardır bize bir öcüymüş gibi gösteren adam sendecilere sesleniyorum.
ayıp değil mi ha?
sevgiliyken, nişanlıyken cicileri bicileri giy, saçını başını tara, parfümleri sıkın, en kibar hallerini takın!
sonra evlendik büyü bozuldu, aşkı öldürdü, pis kaka!
yok yaaa!
biraz realist ol arkadaşım;
bu kız/erkek normal insan fizyolojisinin gerektirdiği hareketleri yapar,
uykudan uyanır,
evde alakasız pijamalar giyer,
elinde tuvalet temizleme fırçasıyla ,
en sevdiğin parfümü yerine çamaşır suyu kokuyor olabilir.
her saati eşref saati olmayabilir (eşek saati diye de bir şey var sonuçta)
uzaktan kumanda bir savaş aracına dönüşebilir,
evdeki eşyalar havada uçuşabilir,
ama dönüp dolaşıp geleceğin yer yatak odası,
ayrıca gözde çapak burunda tatak olası,
vb. vs. gibi gibi..
şimdi soruyorum;
hadi evlilik aşkı öldürdü de senin de hiç mi suçun olmadı?
unutma ki ceza kanundaki son değişiklerle azmettiren de suç işleyenle aynı cezayı alıyor.
burda kastettiğim evde paçoz birine dönüşmen değil.
orası senin evin tabi ki kafanda bigudiyle dolaşacaksın.
karşındakini değiştirme, kabul et, kişiliğine saygı duy.
aşık ol öyle evlen.
evlilik güzel şey,
sırası geldiği için, aristonun izinden giderek yapılmasın yeter ki.
ayrıca görüyorum ki evlenme arifesinde olup da mırmır edenler var,
o zaman kendine değilse bile karşındakine saygından evlenme!
yüzügünü boynundaki boyunduruk gibi değil en mutlu gününün bir nişanesi olarak taşı.
aman ne oluyor bana yahu!
östrojen basıyorum!
anneleriniz tembihlemedi beni valla.
bahar mı çarptı ne?!

her ne ise evlenin,
canınız istiyorsa üreyin,
sevin, sevilin!
öperins!

26 Mart 2009 Perşembe

şimdi kısa bi ara!

planlanmış hizmet dışı kalma saati 4:00PM!
şimdi ben nasıl sağımı solumu öğrenemediysem pm/am'i de öğrenemiyorum bir türlü.
kalem tutar gibi yapıp o tarafın sağ olduğunu anlama yöntemim gibi bir de pm-am ayırt etme yöntemim var ama söyleyemem, ısrar etmeyiniz.
zira ahlaka mugayir öğeler içerebilir.
insan beyni -epey özellikli bir model olarak benim beynim- logaritma,integral denen şeyleri anlamak ve öğrenmek de zorluk çekmezken bu tarz ufak şeyleri idrak etmekte bir kuştan farksız oluyor.
vardır muhakkak bir bilimsel açıklaması; ingiliz ve isviçreli bilim adamlarına boşa mı para ödüyoruz biz?
şu sıralar idrak etmekte zorlandığım bir başka husus da çakma amerikan başkanının çıkıp abuk sabuk cümleler kurduğu garanti bankası reklamı.
"keşke benim de böyle bir paketim olsa"
nasıl yaratıcı bir zeka ürettiyse bu reklamı, her izleyişimde şaşalıyorum, daralıyorum, bunalıyorum.
ve bunun izahını yapacak bilim adamı henüz doğmamış olandır sannımca.
türk reklam dünyasının ahval-i şeraitini anlatmaya yetecek kelime yok zaten.
özellikle sinemada film başlamada önce yapacak daha iyi bir işim olmadığından reklamları dikkatlice izliyorum.
evde olsam reklamlarda zap yaparım, çiş yaparım, çay yaparım, dedikodu yaparım.
aslında sinemada da yaparım bunları ama zorlama olur.
neyse işte ben böyle dikkatlice izliyorum reklamları.
üzülüyorum.
şimdi mad men izliyorum ya az buçuk reklam dünyasının içine girdim.
çoğu zaman ürün sahibinin sözü daha etkili oluyor çıkan reklamda ama bu kadar da olmaz be yavrum.
misal hosta piknik'in bir reklamı var; gayet antipatik bir yumuşakça dj çıkıp, şarkı yerine döner-köfte falan fıstık yolluyor .
o anda tüm salon filmden çıkıp hosta'ya koşmak istiyor(!) ama o kadar para vermişler çıkamıyorlar.
o kadar etkili oluyor yani reklam.
yahu arkadaşım vizyonun bu mudur? kapasiten bu kadar mıdır yahu?
off off çok dertliyim anlayacağınız.
pm-am hesabıma göre 4.00pm yaklaşık 3 dakika sonra gelmiş olacak.
ben her işimde olduğu gibi burda da yumurtayı kapıya dayadım.
bitireyim de kırılmasın.
öperins!
ekleme 1: pasific daylight time var bir de değil mi canım???
ekleme 2: dj değil vj!

24 Mart 2009 Salı

the wrestler o'mine


ben küçükken (bu cümle olmasaymış bloglarımız ne akdar eksik kalırmış) neslihan acar ile hülya avşar'ı aynı kişi sanırdım.
benzetiyordum demek hafif kalır yanında zira hangisinin hangisi olduğunu anlamam için profesyonel destek almam gerekiyordu.
aynı şekilde mickey rourke ve bruce willis de aynı kişiydi benim için.
biraz daha büyüyüp gerzeklik seviyemde düşüş, ayırt etme kabiliyetimde artış meydana gelince mickey rourke'un daha yakışıklı olduğunu ve soyadının rooke değil rourke olduğunu anladım..
tamam itiraf ediyorum soyadının rourke olduğunu 20'li yaşlarımda farkettim.
ama mesele bu değil.
mesele the wrestler..
amerikan güreşini görünce tiksintiyle karışık bir öegh nidası veriyorum her seferinde.
spor desen spor değil,
şov desen öyle zangief'in g.t altı hareketinin vücut bulmuş halinden şov mu olur?
amerikalıların deşarj olmak için buldukları saçmalıklardan biri olduğunu düşünüyor(d)um.
taa ki the wrestler'ı izleyene kadar.
ta ki güreşin bir adamın hayatı olduğunu görünceye kadar..
yapılanların sadece bizi eğlendirmek için yapılan hileler olduğunu,
güreşçilerin aslında ne kadar sempatik olduklarını anlayana kadar.
başından sonuna kadar içimde bir kara bulutla izledim filmi.
biraz gürlese gözyaşı olarak gözümden dökülecek gibi.
randy the ram'e mi üzüldüm mickey rourke'a mı bilemiyorum.
ama çok üzüldüm.
siz yabancı değilsiniz saklamayayım; ağladım hatta.
o dağ gibi adam ne hale gelmiş kız, a-aaa!
hala dağ gibi ama krater dağı olmuş sanki biraz.
uyuşturcu, boks, alkol insanı sex idollüğünden botokslu kuşum aydının beteri haline nasıl da getirmiş görüyor ve tahtaya vuruyoruz niceleri için.
-bu nasıl bir film eleştirisidir yahu, kendi diyen kendi olur dercesine ömürgedikleşiyor muyum nedir-
bu filmde pek çok aktör oynayabilirdi ama mickey rourke kadar inandırıcı olur muydu bilemiyorum.
bir dönüş filmi için biçilmiş kaftan.
nicholas cage ve slyvester stallone düşünülmüş film için,
allah korumuş.
rivayete göre mickey abi ve filmin sonunda çalan sweet child o'mine şarkısı için axl rose para almamış filmden.
zaten filmde de axl'a bir selam çakılmış.
randy rolünde mickey on numara,
sevmek korkulu rüya,
yalnızlık büyük acı,
hangi kapıyı çalsa ram,
karşısında buruk acı!
bak yine duygulandım.
öperins!

23 Mart 2009 Pazartesi

anlayana; anofel ve saz arkadaşları

bir yerden/bir şeyden uzun süre ayrı kalınca neden bu espriyi yapma ihtiyacı duyuyorum bilemiyorum ama yapmadan duramayacağım; yokluğunuzda çok kitap okudum canlarım.
saçma bir mustafa sandal şarkısının saçma bir sözü halbuki;
"yokluğunda çok kitap okudum, cahilsin sen deyip çekip gitmiştin, ama geliştirdim kendimi, artık beyaz çorap da giymiyorum, dön bana bebeYim"

dönme konusunda kadir tapucu gibi çok iddialı olmasam da mütevazice döndüm.
her ne kadar -ki hastalığımdan da özellikle bahsettim- hal hatır sormamanız, içten içe "ee tabi istanbullar'da it ayağını yemiş gibi gezersen böyle olursun" demenize rağmen size kızgın değilim.
affedici karakterimin bir tezahürü veyahut ülkemizin taze hürü olarak hepinizi kucaklıyorum.
şu seçim havasına kapılıp mahalle muhtarlığına adaylığımı koysaydım çılgın mahallelimden size fırsat gelmezdi gerçi.
malum seçimlerde aday olmak, çılgın kalabalıkları kucaklamayı gerektiriyor.
muhtar adayı olmaktan hacı muhtarımızın ak sakallı yüzü suyu hürmetine vazgeçtim.
ben seçimlerde heyecanlanırım zaten,
ilk oy kullandığımda- 18 yaşımdaydım- çocuklar gibi heyecanlanıp vefakat göz yaşlarıma hakim olmuştum.
sandık başında ağlayacak değildim ya!
boyalı parmağıma bakıp "işte şimdi tam bir vatandaş oldun" deseydim kendi kendime, epik bir filmin gereksiz bir sahnesini çekmiş olmaz mıydım?
keşke yapsaymışım bu hareketi, boyalı parmak da tarihe karıştı.
ben bu sene hint boyasının anısına işaret parmağımı bir bord markırla boyayacağım.
bu sene hindistan yükselen değer malum, ihmale gelmez. (bknz: slumdogs)
hint boyasını seven herkes yapmalı bu hareketi!
boya demişken, oyumun rengini belli etme arzusundayım.
aradan kalbimi sevdiğimi de belli edeyim diye seçim gününe kadar kafamda kırmızı bir rambo kurdelasıyla dolaşacağım.
kalbimi seviyorum ve kırmızı giymek istiyorum ama ne giyim zevkim ne de gardrobum her gün kırmızı giymeme müsait değil.
kampanyaları birleştirip böyle bir yol deneyeceğim.
zaten "iki kampanyayı maalesef birleştiremiyoruuuz" diyen mağaza sahibi egolu tezgahtarlara kılım.
onlara inat birleştiriyorum!
oyum kırmızı,
soyum iç anadolu,
boyum 1.68,
çankaya'dan katılıyorum,
kalbimi seviyorum,
ben AKILLIYIM büyük düşünüyorum!
öperins!

19 Mart 2009 Perşembe

hello mr. draper!

yıllardır karizma nedir diye düşünüyordum.
sonunda buldum.
karizma budur;
Donald Draper; mad men'in baş karakteri.
ultra bir yakışıklılığı yok.
ya da var.
yok ya yok.
ama dakka başı yaktığı sigara,
bacak bacak üzerine atışı,
küstahlığı, mimikleri kendisini karizmalar üstü kılıyor.
mr. draper'ı canlandıran jon hamm'ı yolda görsem dönüp bakmam belki.
zira "providence"'da görmüşüm ama hatırlamıyorum bile.
draper'ı karizma yapan kelimelerin efendisi olması, kadınların (yanlış anlaşılma olmasın dizideki kadınların)başını döndüren tavrı, inek yalamış saçları falanı filanı..
karısını daha çirkin bir kadınla aldatması, onu da daha da çirkiniyle aldtması ama hepsine aşık olduğunu hissettirmesi ona kızmanızı engelliyor..
ya da ben kızamıyorum...
öyle bir abim gibi sevdim kendisini..
aslında yeniyetme kızlar gibi burda bir dizi karakterine olan hayranlığımı dile getirecek değil(d)im.
ama istanbul'dan döndüğümden beri hastayım.
gündüz deli gibi çalışıp akşam pijamlarımla polar battaniye altında mad men izlemekten başka bir şey yapmıyorum.
sinemaya gidemiyorum, etrafı gözlemleyemiyorum, hiçbir şey okuyamıyorum.
beynimdeki yazı haznesi kaynağı sıfırı tüketti.
spatula ile şokella (ben nutella değil şokella severim) kavanozunun dibini sıyırır gibi sıyırdım haznemi.
donald draper çıktı.
mübaşir de çıkabilirdi,
şanslısınız!
öperins!

16 Mart 2009 Pazartesi

13 Mart 2009 Cuma

hasta la vista!

doğduğum şehre gidiyorum.
takımımın maçını stadda izleyip büyülenmeye,
uçlu maviliklere bakıp mutlu olmaya,
"can"lı sokaklarda yürüyüp heyecanlanmaya,
trafikte sinirlenip stres olmaya,
istiklal'den toka/küpe almaya,
ab'bas'ta waffle yemeye,
bebek starbucksta earl grey çay içmeye gidiyorum.
dönüşte sevgilimden ayrılıyor gibi üzüleceğimi,
ama eşime kavuşuyormuş gibi huzur dolacağımı bilerek...
hata teşbihte değil tespihte olur..
öperins!

12 Mart 2009 Perşembe

Not-İst ya da farkedilens çeptır 4!


*bir gazetede köşe yazarı olsaydım eğer köşemin adı hediye'lik olurdu herhalde.. aman da aman ne yaratıcı..

*muzdarip s ile yazılıyormuş, yani musdarip z harfinden musdaripmiş.

*diğer şehirleri bilemem ama ankara halkı kıyafet konusunda biraz görgüsüz sanıyorum. ilkbahar da 14 dereceyi gördüler mi açılıyorlar, sonbaharda hava 14 derece olsun gocuk giyen bile oluyor..

*kaş yapayım derken göz çıkaranlara sesleniyorum; özrünüz kabahatinizden beter!

*şems güneş demekse şemsiye de güneşlik demek, doğru. vaka-i vakvakiye ne ayak o zaman?

*türkçe'de 3 t'nin yanyana geldiği tek yer serdar ortaç şarkıları..

*idiotloji doktrinde, soğana muhtaç edip etmemezlikten gelme, küfür edip etmemez gibi davranma senromu olarak tanımlanıyorMUŞ! geniş kitleler üzerinde etkileri yüksekMİŞ! pakize suda'ya selam olsunMUŞ!

*mahsun kırmızgül şarkılarını dinlediğini gizleyenler, filmine bone takıp gitsin!

*her feminist misandirist, her misojinist gay ise bir gay'in feminist olma ihtimali kaçtır?

*küçük yaşta aynanın karşısında, mikrofon yaptığı fırçayla şarkı söylemeye başlayan mı, 26 yaşında resim çizmeye başlayıp 36 yaşına kadar 800 eser yaratan mı daha sanatçı? ona göre sanat hayatına atılacağım ...

*yılmaz özdil'e enter tuşu ile ilgili yapılan her eleştiriyi üzerime alınıyorum istemeden.

*her sene haber yapıldığına göre iran'ın her sene yeni bir yüzü ortaya çıkıyor.

*Whitcomb Judson, fermuarın mucidi. 21 Eylül 1922'de ödüğünde, Chicago'da tüm fermuarlar yarıya indirilmiş. (bknz: dublörün dilemması sahife 81)

*son olarak kalp kırılır yen içinde kalır. af dilerim.

hoş kalınız!

11 Mart 2009 Çarşamba

duy da kimseye söyleme*

*önü şurda, arkası bugün...

apartmandan çıktım,
önce sağa sonra sola sonra tekrar sağa baktım.
çıkmaz sokağın sonunda oturduğum düşünülürse yaptığım saçmaydı,
ama bay yanlış ile ahmet öyle öğretmişti bir kere, yapmamak olmazdı.
yolun boş olduğunu görmeme rağmen duraksadım.
o an için çıkmaz olan yalnızca sokak değildi,
ben sokaktan da büyük bir çıkmazdaydım.
öncelikle nereye gidecektim?
hafızam bir alzheimer hastasınınkinden halliceydi.
hatırlıyordum, ancak hatırladıklarımın hangi zamana ait olduğunu kestiremiyordum.
dahası kendim hangi zamandayım onu bile bilmiyordum.
içgüdüsel olarak koluma baktım.
saatin yerinde tam da saat şeklinde, kırmızı bir ısırık izi vardı.
birisi benimle çok fena dalga geçiyordu anlaşılan.
tam o sırada cebimdeki cep telefonunu hatırladım.
çıkardım, kırmızı tuşa-sanki daha sert bassam daha çabuk açılacakmış gibi- uzunca bastım.
kafası karışık olan sadece ben değildim,
telefon biraz tereddüt ettikten sonra açıldı.
hayatımda saati öğreneceğim için hiç bu kadar heyecan duymamıştım.
ekranda saati görmeyi beklerken telefon benden önce davrandı;
"lütfen saat ve tarih ayarını giriniz"
murpy'e güzelinden bir selam çaktım.
elimde zamansız bir telefon, zamansız bir halde, amansız bir hafıza ile apartmanın önünde dikiliyordum hala..
birden çalan telefonun sesiyle irkildim..
çalan, elimdeki telefon değildi.
ses iç cebimden geliyordu.
telefonu çıkardım,
benimkinden çok daha küçük kırmızı bir telefon git gide artan bir şiddette ve hintçe bir melodiyle çalıyordu..
ekrana baktım,
arayan bendim!

sçka!

şimdi ben çıkıp hepinizin aklını okuyabiliyorum desem, inanmazsınız muhtemelen..
ama o inanır, onunkini okurum çünkü..
saçımı kısacık kestirsem, beğenmezsiniz.
o beğenir, çünkü suratıma baktığında çok daha fazlasını görür..
kalbinizi kırsam beni siler atarsınız,
o atmaz, affeder beni tüm şefkatiyle.
bir espri yapsam laf arasında, hiçbiriniz gülmezsiniz belki..
o güler, ne dediğimi bir o anlamıştır..
kilo aldığımı yüzüme vurmazsınız siz,
o vurur, kutupların tüm sevimli hayvanları eşliğinde, kızamam..
bir yandan aynı anda aynı şeyi düşünür,
diğer yandan aynı şeyi 180 derece zıt görür,
ayrı zevkler içinde aynı hayatı yaşarız.
oturduğuna kendi gözlerimizle şahit olduğumuz karaketerlerimizle yarattığımız,
cıvık kelimeler yerine bir bakışla anlatabildiğimiz şeylerin temellendirdiği,
sıkılmamanın acayip birşey olduğunu sananlara ve yıllara inat yaşadığımız,
hayatımızı,
"bizim" hayatımızı...

iyi ki doğdun sözünü bu kadar anlamlandıran o'dur hayatımda..
iyi ki doğmuş, kocaman adam olmuş.
size öyle gelir, bana gelmez...

izninizle bugün sadece onu öpeceğim..
mutlu yıllar canım!

10 Mart 2009 Salı

d! son kararım..

tunus'ta yaşayan bir arkadaşıma; "tunus kokuyor mu? bana böyle ağır bir kokusu var gibi geliyor" dediğimde çok şaşırmıştı.
şehrin kokusu mu olur diye değil, tarif ettiğim kokuyu tunus'a ilk geldiğinde, uçaktan iner inmez farkettiği için.
kokulara karşı inanılmaz bir hassasiyetim var.
koku hafızası diye birşey varsa eğer, ben de full çekiyor.
elime aldığım şeyi direk burnuma götürürüm.
kokusuna göre değerlendiriyorum her şeyi ben; nesneleri, kıyafetleri ve hatta ülkeleri..
hindistan da aynı şekilde mesela.
ülkeyi düşününce burnumun ucuna öyle bir koku geliyor ki hayatta adım atmayacağım cinsten.
kokusal önsezilerimden de aldığım yetkiye dayanarak kafamda bir hindu kokusu yarattım.
bu koku eşliğinde dün sinema salonundaki yerimi aldım.
slumdog millionaire'i izlemek için epey geç kaldığım malum.
film hakkında "çok şahane, müthiş, başyapıt" eleştirilerinin haricinde bir şey okumadım.
belli olmuyor bizim millete, çattadanak yazıveriyor uyarı falan yapmaksızın, filmin en can alıcı yerini.
"abartmışlar, o kadar da güzel değil" eleştirilerini ise her sevilen filmi eleştirenleri eleştirme potansiylimle defettim.
yengeç burcuna has tüm anaçlığımla kucaklamıştım zaten film başlamadan, danny boyle ve slumdog millionaire'i..
film o saya ile başladı ve tabi küçük çocuklarla..
sinema tarihinde küçük çocukların başrolde olduğu ve harikalar yarattığı çoğu film başarılı olmuş ve oscar kazanmıştır.
italyanlar iyi yapar bu işi; bisiklet hırsızları, cinema paradiso, la vita é bella'da yaptıkları gibi..
danny boyle da güzel yapmış; zira seçtiği çocukların yetenekleri ve sevimlilikleri karşısında tüm kirliliklerine rağmen bünyenizde onları pis yanaklarından öpme hissi uyanmaması olası değil..
filmin başlangıcından itibaren bitmek bilmeyen ritmine cuk oturan şarkılara, zaman zaman tek omzumu öne arkaya sallamak suretiyle eşlik etmeden duramadım..
fimde olan bazı mantıksızlıklara da göz yumdum, anaç tavırla gittik bi kere..
yoksa hangi ülkede kim 500 milyar ister canlı yayınlanıyor ki aa dostlar..
olsun ben danny boyle'u severim.
trainspotting'e kim laf söyleyebilir zaten.
sonunda uyuyakalsam da the beach'i de beğenmiştim ben.
danny boyle yapar işte!
neyse çok uzatmışım, kesiyorum artık.
biraz daha uzatırsam hint danslarının etnik kökenine ineceğim..
son sözüm şu ki; slumdog millionaire oscar'ı bileğinin hakkıyla almış, helali hoş olsun.
düğmecilere de benden selam olsun..
namaste!
öperins!

7 Mart 2009 Cumartesi

deli defteri

giriş cümlemi, daha önce de bahsettiğim gibi ortaokuldan kalma alışkanlıkla gerzek bir soru cümlesinden seçmiştim ama size de yazık!
onun yerine bir öğretmen edasıyla giriyorum bloga.
eveeeet bugünkÜ(bugünki :S afalladım) konumuz dergiler.
dergilerden girip tümden gelim yöntemiyle deli defterinden bahsedeceğim.
yok yok vazgeçtim!
çıkarın kalem kağıdı yazılı yoklama yapıciim.
şaka yaptım şaka!
çiçek olup dinleyin beni şimdi.

dergiyle ilk tanışmam ilkokulda tombul dergi sayesinde oldu sanıyorum.
evveliyatı vardı ise de şu an için hatırımda yok.
her ay yeni dergiler gelirdi, öğretmen dağıtırdı.
sanki içinde ders yokmuş da cicili bicili şeyler varmış gibi her yeni dergi gelince sevinirdim.
saflık işte..
ortaokul yıllarında blue jean girdi hayatıma.
şimdi düşününce ace of base ile metellica'yı aynı anda nasıl dinleyebildiğime cidden şaşırıyorum.
blue jean'de ne varsa onu dinliyordum herhalde, ne bileyim.
bütün şarkı sözlerini kesip dosyalardım.
blue jeanden çıkan yapıştırmaları çalışma masasına, dolabının kapağına yapıştırmayan var mı aranızda?
dergiden ne çıkarsa yapıştırılır bir de, sevilip sevilmediğine bakılmaksızın.
mac gyver bir yanda, new kids on the block diğer yanda, axl rose dr. alban'la yan yana..
hey gidi heeey!
basketbolun tavan yaptığı dönemlerde fast break almaya başladık.
bu sefer de kaslı basketbolcuların posterlerini asmaya başladık oraya buraya.
ufuk sarıca'ya aşıktım ben, nadide de henry turner'a.
sahaya atlayıp imza almışlığım dahi var, imzayı ne yapacaksam.
her ne ise efenim anlayacağınız dergileri severim.
marketlerde, kitap evlerinde dergi reyonlarına uzun uzun bakarım.
işte böyle bakmaların birinde-ki 3 ay öncesine tekabül ediyor- bir dergi gördüm.
teksir kağıdına basılmış, ortadan zımbalanmış lise mecmuası kıvamında bir dergi.
adı deli defteri.
eh ilgimi çekmese şaşardım.
fazla göz gezdirmedim, zaten 10 sayfa bir şey okuyup bitirmeyeyim yazık dedim.
2ytl imiş. 7 liralık dergilerin yanında çerez parası gibi geldi.
okudum; güldüm güldüm..
2 aydır da alıyorum, okuyorum, gülüyorum..
hayri vaka'ya ayrıca bi gülüyorum.
kızsal bir haset midir nedir sabriye'yi pek beğenmiyorum.
çok sinsi bir plan yaptım.
önce abone olup sempati kazanacağım.
sonra dergiyi paramla satın alıp (2000 teksir kağıdı ile 10 kutu zımba teli alacak param var nasılsa), kendimi yazar yaptıracağım zorla.
bir nevi şahika koçarslanlı muhabbeti.
yazılarımı milyonlarla paylaşacağım böylece.
milyonlar?
elele tutuşup pozitif düşünürsek neden olmasın?

neyse efendim, çok reyting alan bir blog olmasam da (zaten olsam para isterim) sevdiğim şeylerden bahsedip az da olsa yararlı olmak hoşuma gidiyor.
bir nevi amme hizmeti.
ha bu arada hayricim beni nerden bulabileceğini biliyorsun.
şu benim abonelik işini bi halledelim..
sözlerime deli defterinden bir alıntıyla son veriyorum canlarım;
"iyi martlar efendim, sakın kediyle kedi olmayın!"
öperins!

6 Mart 2009 Cuma

zaman vs ben

aceleci ve sabırsız mizacımdan olsa gerek "zamana bırakmak" deyişinden her zaman nefret ettim.
iyiniyetli arkadaşların, acılarımız karşısında ellerinden bir şey gelmediği zaman sarfettikleri masumane bir temenni aslında.
ya da çıkmaza giren ilişkilerin taraflarınca yapılan son bir çırpınış çabası.
bir defa zaman kim oluyor, nasıl bu kadar güven telkin ediyor ki bütün emeklerimizi, çabalarımızı bir yana bırakıp herşeyi çaresizce onun ellerine teslim ediyoruz?

zaman değil mi göz açıp kapayıncaya kadar tükenen?
ellerimizden yere, oradan tahta boşa düşen?
genç ve diri cildimizi kırışıklarla dolduran?
sevdiklerimizi teker teker aramızdan alan?
nesine güveneyim bunun?
nasıl mucizeler bekleyeyim ondan?
yok arkadaş!
ben zamana falan bırakmıyorum hiçbir şeyi.
zaman bana bıraksın hayatımı, sevdiklerimi!
zaten nazım'ın da dediği gibi;
önemli olan zamana bırakmak değil, zamanla bırakmamaktır..
öpmüşüm zamanı!
tabi bir de sizi...
hoş kalınız.
söz foto'da.

5 Mart 2009 Perşembe


balık değil balık kraker yemek istiyorum ben,
çubuk, badem, pizza ile oluşturduğu dörtlünün en sempatik krakerini..
ayıklanma derdi yok, kokusu yok..
rakıyla iyi gitmez ama rakı içen kim.
ajdamdaki çayın içine atıp yüzdürmek istiyorum onları..
çayın içinde erimelerini, kırmızı rengi bulanıklaştırmalarını izlemek istiyorum.
bardağın iğrençliğinden midem bulansın istiyorum sonra.
çayı içemeyip lavaboya dökmek,
ardından kanalizasyona karışan balıklara üzülmek istiyorum.
üzülmeye yer mi arıyorum?
bilmem...
öpmeyeyim hastayım.
siz hoş kalın ben sizi yavaşlatmayayım.

3 Mart 2009 Salı

duy da inanma*

Hava o kadar soğuktu ki konuşmak için ağzımı açtığımda, dilime buz parmak yapıştığındaki gibi bir acı duyduğumdan çalan telefonlarıma cevap vermeden koşar adımlarla yürümeye devam ettim.
beynimdeki konuşma merkezimin o an için çalıştığını da sanmıyorum zaten.
titreşimdeki telefonun titreşim sesinden ne kadar nefret ediyorsam kara bastığımda çıkan gırç sesinden bir o kadar derin haz alıyordum.
bu sebeple olsa gerek, her adımımda ayağımı daha da ıslatan suların farkında bile değildim.
ve tabi arkamda bıraktığım karlar üzerindeki kırmızı izlerin de...

oysa gün çok güzel başlamıştı.
istifa etmenin bünyemde bu denli bir rahatlama sağlayacağını bilseydim bu kadar geç kalmazdım..
geç uyandım, yataktan daha da geç kalktım.
saat konusunda fikrim yoktu.
cep telefonum kapalıydı.
evdeki diğer saatler ise belirsiz bir şekilde, otel lobisindekilere nispet ayrı ayrı zamanları gösteriyordu.
pencereyi açtım, mis gibi bahar havasının yüzüme vurmasıyla yeniden mutlu olabileceğimi hissettim.
tek başıma kahvaltı etmeyi sevmem, bu yüzden güzel bir kahvaltı hazırlamak yerine mısır gevreğiyle öğünü geçiştirmeye karar verdim..
kahvaltı için doğru bir saat miydi bilmiyordum.
ama yeni uyanmıştım ve ben uyanınca kahvaltı yaparım.
kendime beyaz bir kase seçtim.
nedense o an en sevdiğim renk beyazdı.
dün gece en sevdiğim rengin kırmızı olması gibi...
beyaz sütün beyaz kasedeki mısır gevreklerinin üzerine akışını yavaş çekimde izlerken birden dünya durdu.
tek başıma?
aman tanrım! tek başımaydım.
insan beyninin insana yaptığı en iğrenç şaka olan unutkanlık, kimseyi güldürmediği gibi beni de güldürmezdi.
zaten hatırladıklarım düşünülürse, "ağlamak" içinde bulunduğun ahval ve şeraite daha uyardı.
kendime küfrederek hemen üzerimi giyinip alelacele evden çıktım..
o kadar alelacele ki; ayağımda tokyo'dan aldığım tokyolarımın olduğunu farketmemiştim bile...

*-*

arkası bir gün..
öperins!

* bu bir emir cümlesidir.

2 Mart 2009 Pazartesi

özel cips kola!

aynı şeyi söyleyince çılgınca bağırarak söylediğimiz ve her yörede başka versiyonları (özel cips kola kilit, cips kola özel, cips kola blöf kilit commodore 64 vs) olan bu söz öbeği benim için çocuklukta kalan bir anı değil..
daha dün akşam aynı şeyi söyleyince cihan benden önce davranıp özel cips kola dedi ve yaklaşık 5 dakika konuşmadan durdum.
hoş durmasam ne olacak ki sanki?!
ömrü hayatımda kimseye kola, cips falan ısmarladığımı hatırlamıyorum.
bu benim oyunbozanlığım yada cimriliğimle de alakalı değil.
yenilince ısmarlayını da görmedim bugüne kadar.
ne saçma şey!

işte yazmak konusunda da kendimi böyle kilitletmiş hissediyorum..
biri adımı söylese de kurtulsam!