31 Aralık 2009 Perşembe

yılbaşı hediyeleri vol son.

aslında hepiniz için ayrı ayrı hediyeler düşündüm.
misal hesi ve lore için çok özel ve güzel bir isteğim var, yeni yılda olacağına eminim.
pinksatellite için imzalı bir lady gaga cd'si ayarladım, ga kankam olur ne de olsa.
eliza, coco ve tüm ankaraseverler için ankara esanslı oda spreyleri hazırlattım.
şimdi adını sayamadığım herkes için özel şeyler düşündüm ama ne zamanım ne de yerim var hepsini "vermek" için :)
bundan dolayı size anlamlı bir mesajla veda etmek istedim.
her ne kadar hayat'a eklenecek bir "da" eki eksik olsa da paşabahçe yaratımı bu mesaj duruma en uygunu.
hayatta en güzel "hediye".
hayat en güzel hediye.
değerini bilin!
öperins!!

yılbaşı hediyeleri vol 3.

delirapunzelciğime de yeni yılda bu max factor hediye paketini "düşündüm".
nerden aklıma geldi bilinmez ama seveceğine eminim.
ayrıca blog benim istediğimi yazarım mottosuyla hareket etmenin ucunu kaçırmama ramak kaldı.
isteyene leğen tutabilirim.

30 Aralık 2009 Çarşamba

yılbaşı hediyeleri vol 2.

hani aldığın hediyenin paketini açarken hediye verene "ayy canım ne gerek vardı, düşünmen yeterli" dersin ya.
işte öyle bir andayız noracan.
evet belki alamadım sana bu "flormar setini" ama düşündüm..
eee yeterli olan da bu değil mi cicim?
öperim!

görseliyet

yılbaşı hediyeleri vol 1.

Ne yazarlar gördüm,

en komiği bile

senin kadar güldürmedi beni.

takipçin oldum önce,

en sevdiklerimden soğudum,

rest çektim hepsine..

eğer bir gün karşılaşırsak,

ne istersin benden?

yeni yıl hakkı!

2009'a girerken içim nası kötüydü anlatamam.
böyle bir felaketler silsilesi yurdu ve dünyayı saracak,
ekonomik krizler tavan yapacak, bir meteor dünyaya çarpacak falan gibi hissetmiştim.
yanılmışım, o yıl 2012 imiş.

2010'a girerken, yaşadıklarından ders alan biri olarak hiç bir hissim yok.
içim kıpır kıpır falan da değil.
27 senedir yapmadığım gibi milli piyango bana çıkarsa nasıl deliririm konulu tezim üzerinde de çalışmıyorum.
sadece yarın işten erken çıkıp akşama istanbul'a varabilme ve akşama tıka basa yeme hayallerindeyim.

yatağa yattığım an günün muhasebesini yapmaya fırsat bulamadan uyuyakalmam gibi, yeni seneye girerken de geçmiş seneye ilşkin değerlendirme yapma adetim yok.
ama madem modayı yakından takip ediyoruz, yazalım bir kaç satır.

2009'da iş aynı, evlilik aynı.
aynı olmakla birlikte ikisi de çok güzel.
daha yaratıcı olabileceğim bir iş pek tabi daha güzel olabilirdi ancak elimizdekiyle yetiniyor ve seviniyoruz pollyanna ve ben.
gitmek istediğim yerlere gittim 2009'da..
ispanya hayal kırıklığı ama ne yalan söyleyeyim şimdi düşününce kötü de değilmiş be!
tüm yakın çevremin hayran olduğu kaş'a -antalya'da 4 sene oturmama rağmen hiç gitmediğim kaş'a- da gittim bu sene.
boşa gitmemeşim..
sonuçlarını haziran ayında doğuracak.
bir de 2009'un en önemlisi hakkı tabi.
beklemediğim bir anda gelen hakkı.
düşününce içime mutlulukla birlikte endişe saran hakkı.
alacağın olsun hakkı!
tanjevic kaç senedir tüm mağlubiyetlerin ardından "hedef 2010" demeseydi biz de 4 senedir hedef 2010 der miydik bilemiyorum.
geçen zamanda 2010 için tüm hedeflerimize ulaştığımızdan, elde bir hedefimiz yoktu, hakkı oldu iyi oldu.
ee benim de 2010 için beklentim de hakkı olsun o zaman!

hakkının coşkusuyla hepinizi yeni yıl münasebetiyle daha bir içten öpüyorum.
yeni yılda da hep hoş kalın!

25 Aralık 2009 Cuma

karpuzkaldıran

uzun zamandır aklımda çocukluğumun en güzel yıllarının geçtiği karpuzkaldıran'ı yazmak vardı.
ismini hiç duymamış biri için ne kadar da anlamsız geliyor.
oysa 4 yılını yaz-kış orda geçirmiş ben ve akranlarım için ismindeki karpuzun ya da kaldırdığı şeyin bir anlamı olduğunu sanmıyorum.
karpuzkaldıran antalya-lara'da mukim bir askeri kamp.
asker çocuğu olmanın avantajlarından biri olarak antalya'da kaldığımız 4 sene boyunca yaz kış kampta kaldık.
her sene baharla birlikte yeni gelenleri karşılar, ekimde sezonu kapatırdık.
15 günlük devrelerde yeni yeni arkadaşla edinir, demirbaş olarak çoğu gidenin ardından diskoda son gece çalan "bu gece son" şarkısı eşliğinde içlenir kimi zaman ağlardık.
8-12 yaş aralığımı orda geçirmiş olmama rağmen, çoğu kişinin halen yaşayamadığı çok şeyi yaptım ve yaşadım orada.
sözlükten holden caulfield, o kadar güzel yazmış ki, ben yazsam aynını yazarım diyerek ve affına sığınarak bundan sonrasını onun ağzından devam etmek istiyorum.
anlattıklarına ve zaman dilimine bakıldığında arkadaşım olma olasılığı yüksek olduğundan yaptığım alıntıya kızmayacağını umuyorum.

"kreplerine, karlamalarına ve snack barına, kayalıklarına, kumlarına taptığımız batı plajını, kıyıda çıkan yengeçler nedeniyle uzak durduğumuz, daha çok sükunet meraklısı yaşlıların tercih ettiği doğu plajını, her daim kalabalık olan, aradığım herşeyi bulabildiğim (marketinden kuaförüne) sahil gazinosunu, 2 yıl boyunca her akşam yemek yediğimiz, alabalıklarla dolu havuzunun etrafında saatlerimi harcadığım doğu gazinosunu, her gün saatlerce bıkmadan oynadığım ve yüzlerce arkadaş edindiğim çocuk parklarını, 90ların vazgeçilmezi olan şarkılarla beynime kazınmış olan, tahta tuhaf bir yapısı olan discoyu, çizgileri beyaz boya yerine beyaz borularla yapılmış bir futbol sahasını barındıran spor tesislerini , süper bir kendin pişir kendin ye mekanını, sabahın 4'ünde kokoreç-işkembe çorbası sefalarını, ilk sinema deneyimime home alone ile evsahipliği yapan ve bünyesinde abuk eğlenceler düzenlediğimiz açık hava sinemasını, kullanılmadığı için paten ve kaykay kaymak için mekan edindiğimiz batı gazinosunu, bütün gün görmediğim annemleri bulmak için gece saat 2'de gittiğim, koşarken tuhaf taşlarıyla defalarca dizlerimi, dirseklerimi yardığım ve alkolsüz kokteyli benim için klasik haline gelmiş, gudik heykellerle dolu antik bar'ı, iskelenin ucunda yer alan gündüz mekanı deniz bar'ı, bütün paramı yatırdığım kola makinelerini, her sabah beni uyandıran tanıdık ağustos böceklerini, yarım saatte bir anons yapan danışmadaki salak kızı, antalya içine sefer düzenleyen ringleri, semaverleri, kaşarlı tostları ve sinemada film arası olduğunda aldığımız spriteları ile uzun süre besin ihtiyacımı gideren çay bahçesini, asansörünün inip çıkmasını salaklar gibi izlediğimiz turist hoteli, futbol maçlarını, sahil boyu süren sarı salıncaklarını, mayıs ayında açıp ekimde kapadığımız deniz sezonunu, aylarca bronz tenle gezmeyi, hatta sahil gazinosunun önündeki telefon kulübelerini, kimi zaman otoparkını, ve hatta yokuşlarını, motellerini, yağmurlarını, evin camından baktığımda gördüğüm şimdi adını anımsayamadığım şelaleyi, sabahın köründe palmiyelerin zakkumların arasında servis beklemeyi deliler gibi özlediğim, istanbul'a taşındıktan sonra gittiğimde çok değişmiş bulduğum, yabancılık hissettiğim, bende 40 derece sıcaktan, nefes almamı güçleştiren, giysilerimi sürekli ıslak bırakan yoğun rutubetten ve hüzünden başka bir iz bırakamayan, ama sonraları geriye baktığımda 2 yıl boyunca bir kez bile oturup televizyon seyretmeden yaşadığım, dizimdeki kabuk olmuş her yarada bir kez daha anımsadığım, güneş yağı ve hindistan cevizi kokusunda bulduğum yerdi karpuzkaldıran.. küçüktüm, hayat daha güzeldi, televole daha yoktu, şaban torino'ya yeni gitmişti.. hey gidi hey"

24 Aralık 2009 Perşembe


hay allahım ya.
mahçubiyet denizinde sevinçlere gark oldum.
puantiyeli hediye paketi,
içinden çıkan audrey broşu ve straplez t-shirt.
soru işareti hakkı mı ayşe mi sorusuna ait.
broş banyosuyu'nun hesi'den aldığı tarifle pişirdiği süper güzel bir şey.
banyosuyu ise türünün son örneği..
santa clausum benim, teşekkür ederim ;)

23 Aralık 2009 Çarşamba

yar bana bir eğlence medet!


ağacımızı tozlu rafından indirip kurduk,
yoğun araştırma sonucu birbirimize "sürpriz" hediyelerimizi aldık.
ama hala yılbaşı gecesi ne yapacağımızı bulamadık.
istanbul, aile saadeti, arkadaş eğlencesi derken halen bir karar vermiş değiliz.
hakkı'yla olduğu için içkiden uzak durmam gerektiği gerçeği karşısında; evde ye-iç-tombala oynaya aklım kaysa da,
hakkı'sız son yılbaşım olacağı, bundan sonra istesem de zor çıkarım düşüncelerine istinaden dışarı çıkma hevesim de ağır basmıyor değil.
ayy bilemiyorum...
öpüyorum!

21 Aralık 2009 Pazartesi

bu geceeee

uzun olacak besbellii, biliyorumm.
ayrıca çok iğrencim onu da biliyorum.
öperins!

18 Aralık 2009 Cuma

kehanet

bu habere ve benim maçı izlemeyecek olmama inat, nihat bugün gol atmazsa ben de ne olayım.
ne olayım?

17 Aralık 2009 Perşembe

dilli düdük

özledik..
programın adı bile hazır "Şenay DeJenere show"

14 Aralık 2009 Pazartesi

şimdi bu 'dayı'; "sevdiğine sadık erkek kendinden vazgeçmiş erkektir" diyor ve biz ona bayılıyoruz öyle mi?
izleyenler kusura bakmasın ama ezeli izleyeceğime aynada kendimi izlerim daha iyi.

dostum aida dedin ama bu zenci.

hakkaten de öğrenmenin yaşı yok.
ilk kez bale izlemenin heyecanını daha üzerimden atamamışken, cumartesi günü operaya da giderek sanatsal belleğimin eksik kalan kısmını da tamamlamış oldum.
bir insan 27 yaşında operaya gidiyorsa elbette ki en iyisi olsun ister.
opera denince de akıllara-en azından benimkine- aida geldiğinden, bundan iyi bir seçim olamaz diyerek biletleri aldım.
ankaralı sanatseverlerin bu denli çok olması insanı mutlu ediyor ne yalan söyleyeyim.
otopark gibi salon da tıklım tıklım doluydu.
çoğunun bizim gibi ilk kez operaya geldiği belli.
ama bazıları ilk kez gelme olayını abartıp "biz ilk kez geliyoruz da numaramızı bulamayacağız" gibi baştan yenik ve şaşkın sorularla benden yardım istedi.
tüm sakinliğim ve salonu bilmenin hafif ukalalığıyla yerlerini gösterdim.
eserin başlamasından kısa bir süre önce 4 perde olduğunu ve yaklaşık 3,5 saat sürdüğünü öğrenince hafif bir huzursuzluk olduysa da, ben bu yola başkoydum civanım nağmeleriyle süper ihtişamlı opera sahnesindeki yerimizi aldık.
burada aç parantez hemen belirteyim yıllarca aYda diye teleffuz ettiğim(iz) eser, orijinalen aİda imiş.
bunu da her perdeden önce özeti okuyan hanımdan öğrendim.
konuyu okumadan gittiğimiz ve hepimizin ayrı bir seneryo yazdığı bale fiyaskosundan sonra her ne kadar eserin özetini yanıma aldıysam da gerek üst yazı gerekse süper italyancam sayesinde anlama zorluğu yaşamadım bu sefer.
ancak bizi bekleyen diğer zorluklardan o anda haberimiz yoktu...
bu arada çok acayip; bir kural mıdır bilmem opera/bale izleyicisinin her fırsatta alkışlama isteği takdire şayan olsa da zaman zaman rahatsız edici olabiliyor.
3 saniyelik es görmeye görsün hemen şakşak!
orkestra yerini almış olduğundan ilk alkışımızı orkestra şefine patlattık.
gerek bale gerekse operaya canlı orkestranın kattığı tat inanılmaz.
müzikleri canlı olduğunu bilerek, dahası görerek dinlemek çok çok güzel.
derken perde açıldı ve aida!
leyla gencer'in hayatını ve aida'daki ihtişamını okumuş biri olarak sahnede güzeller güzeli bir aida beklerken 50sini çoktan aşmış, zayıfça bir zenci görünce gecenin ilk şokunu yaşadım.
aida'nın habeş kralının kızı olduğundan bihaber operaya gitmenin getirdiği bu şok aslında çok da acayip değil.
habeşistanın günümüzdeki adının etiyopya olduğu düşünüldüğünde, karşında aida rolünde elvan abeylegesse görsen şaşmamalısın.
mısır kralı radomes'i canlandıran, elbette kadın başrol oyuncusuna uygun yaşlıca, oldukça botokslu bir italyan bey..
bunun yanında firavun, radomes'e aşık firavunun kızı, ve aida'nın babası habeş kralı bir o kadar genç.
kimsenin fiziksel görüntüsüyle dalga geçmek istemem ama firavunun kızı amneris rolündeki sim tokyürek'in aklımızdaki opera sanatçısı formatına uygun olması prenses rolünü oynamasıyla biraz tezat olmuştu sanki.
firavunun kızını bir ödül olarak krala sunması sahnesinde de genç izleyicilerde ister istemez bir kıkırdaşma oldu, ben tabi ki ayıpladım.
böyle bir oyuncu kadrosunun olası sonucu; inandırıcılığını kaybeden karakterler ve buna kafasını taktığı için bir türlü oyunun içine giremeyen ben..
eserin cidden 4 perde olması, 3,5 saat sürmesi ve arkadakiler görebilsin diye sabit durmaktan oluşan bel ve boyun ağrılarım da cabası..
sonuç, çıkışta operanın çok ayrı bir kültür olduğu fikir birliği içinde çiftliğe gidip kokoreç yemece..
öperins!

11 Aralık 2009 Cuma

son dakika!!

devlet dairelerinde solitaire oynamak yasaklandı. memurlar isyanda.

teknoloji dediğin tek dişi kalmış canavar!

teknoloji meraklısı olmadığım gibi kendimi teknoloji cahili olarak nitelendiririm genelde.
işlevinden çok rengine vurulup aldığım bir kırmızı bir de pembe telefonumdan, kırmızının yere düşüp infilak etmesinden sonra yeni bir telefon almak şart oldu. düşündüm taşındım, fayda maliyet ekseninde mantıksal sonuçlara vararak bir telefon aldım. alır almaz pembe bir kapak geçirdim hemen arkasına. bu hareketimden sonra cihan, minik yavrumuzun erkek olmasını daha bir canıgönülden istemeye başladı. zaten kız olsa da pembe ağırlıklı giyinmesi yasak. tüketim insanı olmamasını engellemenin yolunun pembeyi yasaklamaktan geçtiğini sanıyor tüm iyi niyetiyle. böyle şeylerin içten geldiğini zamanla anlayacaktır.

her neyse bugün "yeni" telefonun alarmını sabah 7.45'e kurmanın rahatlığıyla bir o yana bir bu yana dömerek uyuyorum, evet dömüyorum tüm dömüşüklüğümle.
aslında baş gösteren eklemsel ağrılarımdan şüphelenmem gerek ama hava karanlık; tam karanlık olmasa da alacakaranlık sabah olmuş olamaz.
ben bunları düşünerek dömüşürken sabah olmuş, zaman iş başında olma zamanına gelmiş de geçiyor.
"canım duruşman mı var" sesiyle uyanıp akabinde "saat 9 da " lafını duyar duymaz koşarak yataktan kalkmam ve yarım saat içinde iş yerinde olmam yeni telefonum sayesindedir.
görüldüğü gibi teknoloji her zaman yararlı olmuyor, oysa mevcut telefonun neredeyse 8de biri fiyatına aldığım kırmızı telef-on beni her sabah ıslıklı beşiktaş marşı eşliğiyle hiç sektirmeden uyandırıyordu.
bir gün de gık demedi, zavallıcık.
bu sayede bir kez daha teknoloji cahili olmanın insanı daha mutlu ettiğini anladım.
teknolojin mi var derdin var!
daha telefonun nasıl sessize alınacağını bulamadım, şarkı yükleyemiyorum, eklentileri yükleyemedim zira gerekli üyelik işlemini bile beceremedim.
bu halimle telefonu açabildiğime şükretmek gerek.
sevmek dokunmaktır derler, dokunuyorum ama sanki bir şeyler eksik.
zamanla birbirimizi seveceğimizi sanıyorum,
öpüyorum!


7 Aralık 2009 Pazartesi

kendimi bildim bileli, hiç sekmeden, siyah beyaza başka renk karıştırmadan beşiktaşlıyım.
babamın ve 23 yaşından sonra kendi deyimiyle "özüne dönen" kız kardeşimin fenerbahçeli olmasından dolayı yıllar yılı benim için kardeş takım fenerbahçedir.
yani öyle idi.
kardeşimin holiganlığa kaçan fanatikliği ve bir kaç senedir fenerbahçeye gelen futbolcuların tarzı beni ciddi şekilde fenerden uzaklaştırdı.
her mağlubiyet ve başarısızlığın ardında kendilerine laf söyletmeyip suçu daima başkalarında arayan tavırları artık o kadar antipatik oluyor ki bir raddeden sonra çekemez hale geliyorsunuz.
cumartesi günkü maçtan sonra aziz yıldırım'ın yapmış olduğu açıklamalar da aynı şekildeydi;
taraftarlarınca adeta dokunulmaz nitelikte bir nebi ilan edildiğinden ağzına geleni söyleyebilen, fedarasyona, fedarasyon kurullarına, hakemlere korkusuzca tehditler savurabilen yıldırım, alemden aleme koşan, bir birlerine şans dilemeyecek kadar kinli futbolcuları hakkında tek laf etmiyor nedense.
ayrıca 8 maçlık galibiyet serisinde de nedense kimsenin ağzından akılların başa alınmasına dair demeçler çıkmıyordu.
hakemler hata yapıyor doğru, ama münferiden bir takıma karşı bilinçli bir politika izlenildiğini sanmıyorum.
hele ki fenerbahçenin aldığı mağlubiyetlerde hakem hatasının etkili olduğunu hiiç..
öperins!
ece kızımız sağolsun, dün gece sayesinde epey çeviri yapıp, cvmizi tekrar gözden geçirme fırsatı bulduk. onun gibi "türkiye'nin en başarılı genci" olmadığımızdan, cv'de şimdilik 2 dil var. ortalama bir türk genci olarak sanıyorum ki fransızca da beni affet pardon mua falan olmalı. ama vasati 30 çöp olduğumdan yanılıyor da olabilirinG!

hocam derken?!

en az, noracan'ın abi diyen kızlardan çekinmesi kadar ben de "hocam" diyen insanlardan ürküyorum.
odtü'lü olmadığım/olamadığım için içten içe oluşan bir fesatlığın tezahürü değil bu.
odtü'de hukuk vardı da biz mi okumadık şeklinde arabesksel söylemlerde de bulunamayacağım,
zira hukuk ne idealimdi ne de öncelikli hedefim.
öys denen dangalak sistemin "öngörümüzü" artıran tercih sistemine göre aşağı yukarı kapasitemi tespit edip, babamın "ölsem kızımdan ayrılamam, ankarayı yazacaksın sadece" nidaları arasında; 1- ODTÜ uluslararası ilişkiler 2- A.Ü. uluslar ilişkiler 3- ODTÜ psikoloji 4- Ankara Hukuk 5 Başkent hukuk şeklinde devam eden bir tercih listesi oluşturdum(k).
sınavda soruları çözerken daha anlamıştım uluslararası ilişkileri kazanamayacağımı.
televizyondan yaptığım kontrollerin akabinde kendimi ODTÜ psikolojiyi kazanmaya öyle bir hazırlamıştım ki terapihanemin dekorasyonu bile hazırdı kafamda.
sınav sonuçlarını beklerken kötünün kötüsünü düşünmekten çıtamı gazi hukuka kadar düşürüp endişenelnmeye başlanmıştım.
sene 98 tabi o zaman internet bu kadar yaygın değil, sınavların açıklandığı gün 900'lü hatları çevirip sonuç öğrenmeye çalışıyoruz.
60-70-80 denemeden sonra düşen hatta ankara hukuku kazandığımı öğrenince, gazi hukuk olmadığının sevinciyle terapihaneyi bile bir kenara atarak öyle bi sevinmiştim ki gören büyüyünce anayasa mahkemesi başkanı olmak isteyen genç kızın hayalleri gerçekleşti sanırdı.
her ne ise, odtü günlerimin bu şekilde başlamadan bitmesiyle "hocam" kelimesini dilime pelesenk edememem ve hızla bu laftan tiksinmem bir oldu.
hocam nedir yahu?
bakkala hocam, garsona hocam, çiçekçiye hocam..
odtü dolmuşçuları bile seslenme ünlemi olarak hocam'ı kullanıyorlar artık.
benim bildiğim bir hoca var o da nasreddin.
kızları geçtim, erkeklerin bile ağzına yakışmayan bu kelimenin kaynağını henüz araştırmadım ama bulursam kökünü kurutmak için elimden geleni ardıma koMAyacağım.
böyle de bi tepkiselim,
öperins!
bu güzel resim/çalışma ve daha fazlası için lonk

5 Aralık 2009 Cumartesi

vincent ewing a.k.a. nihal yeğinobalı

"Elli yıl kadar önce ilk romanım Genç Kızlar'ı yazdığımda ben de bir genç kızdım. Romanın gerçekçi olabilmesi için katmam gereken erotizm dozunun, o günün ölçülerine göre fazla ağır kaçacağını bildiğimden, takma bir erkek adı kullandım: Vincent Ewing. O yıllarda çeviri romanlar telif romanlardan daha gözdeydi, bu erkeğin Amerikalı olmasına karar verdim ve romanı İngilizce'den çeviriyormuş gibi kaleme aldım. Yayınlandığı günlerde bir anda o zamana kadar en çok satılan, sevilen Türk romanı oluvermesi beni çok şaşırtmıştı. Oysa Genç Kızlar'ı benim yazdığımı, yakın çevremdeki birkaç kişiden başka bilen yoktu. Bu aldatmaca, o yaşamda bana çok keyifli bir oyun gibi gelmişti. Uzun yıllar romanımın kapağında Vincent Ewing takma adını kullanmayı sürdürdüm. Artık bu yabancı adın ardına sinmenin eski tadı da kalmadı, gereği de. Pek çok kişi bu gerçeği öğrendi. Genç Kızlar romanım, Can Yayınları'ndaki yeni baskısıyla birlikte, ilk olarak okurlarımın karşısına, takma adımın yanısıra, gerçek adımla çıkıyor: Nihal Yeğinobalı ya da Vincent Ewing. Hem Nihal Yeğinobalı hem Vincent Ewing. Birçok yazarın, yabancı yazarlardan 'esindikleri' malzemeleri, yapıtlarında kendilerininmiş gibi gösteregeldikleri bir ülkede, genç bir yazarın kendi özgün ürününü bir yabancıya mal etmek gereği duymasının ardındaki -yer yer kara mizaha kaçan- ilginç öyküyü kitabın önsözünde bulacaksınız"

arka kapak okuyup kitap alabilitemin yüksekliği düşünüldüğünde, bu kitabı koşarak almam kaçınılmaz.




sevdim mi taaam severim, sildim mi bir milanla...

*fotoş

3 Aralık 2009 Perşembe

komisch koko*

aslında daha önce -tek cümle de olsa- bahsetmiştim en çok güldüğümüz şeylerin ortak farkındalıklarımız olduğundan.
ama dün gece ege kayacan'ın şahsi şovunu izledikte sonra bir kez daha tezimin onaylanması beni daha bi mutlu etmiş olacak ki bundan bahsetmeyi görev edindim kendime.
aslında bunu ilk kez cem yılmaz esprilerine neden güldüğümüzü düşünürken farketmiştim.
evet boş zamanlarımda böyle gereksiz konular düşünürüm ben.
cem yılmaz'ın şovlarında bahsettiği konular hepimizin bir şekilde farkında olduğu ama dikkat etmediği ancak başkasından duyunca "a-ha cidden aynen böyle ya" dediğimiz şeyler değil mi?
uzun zamandır izlemediğim için spesifik bir örnek veremeyeceğim ama izlerseniz cem yılmaz'ı bir dikkat edin derim.
dün ege'nin şovunda da, klasik güldürü tozumuz g.t baş haricinde, en çok güldüğümüz şeyler yaşadığımız olaylardı.
bu küfür olayı da ayrı mevzu ama madem konu açıldı kısaca söyleyeyim, kaba saba karakterler osuruyor veya küfür ediyor türk milleti de ona gülüyor şeklindeki alaycı eleştrileri anlamıyorum.
zira dün geceki nezih toplulukta da boş geçen argo esprisi olmadı.
her ne ise ortak farkındalıklara dönecek olursak ve ege'den çalarsak; misal yeni bir cep telefonu aldıklarında tüm teknolojiye teğet geçerek "yeşile basıyorum değil mi" repliğini söyleyen anneye sahip olmayanımız olmadığı için böyle bir espriye gülmeyen de olmuyor.
yine aynı şekilde evlilikte osuruğu sıradanlaştırma sürecine dair yapılacak şakalarda evli olan herkesin kendini bulacağı ve kahkahayı koyacağı kaçınılmaz bir gerçek..
ee yani böyle bir tespit yaptın, aferin de sonuç? diyen aceleci keratalara hemen cevap veriyorum.
kıssadan hisse eğer türkiye'de komik olmak istiyorsanız "kaba" bir kaç sözle bezenmiş ortak farkındalıkları bulun ve sunun.
emin olun başarılı olacaksınız..
sakın yanlış anlaşılmasın kötü bir şey olduğunu söylemiyorum bilakis ben en çok onlara gülüyorum.
öperins ;)

*lern mit uns kitabındaki papagayın adı. fotosunu bulamadım, google görsellerde aratınca da ilk çıkan fotonun benim fotom olması da acayip değil miĞ? yoksa bu da bir işaret miiiii?!?

1 Aralık 2009 Salı

zadadank, zadadank!

blog tehlike sinyalleri veriyor olmasa da kendimi zorlayıp üç beş bir şey yazayım diye zaten düşünürken, kırmızı lambaların blogun tepesinde dönmesinden vazife çıkararak yazayım BARİ dedim.
ve döner dönmez kurduğum bu uzun cümleden ben bile korktum.

düşünsel açlıktan verilen bu zorunlu arada neler oldu neler.
yok be! alle cephesinde yeni bir şey yok aslında.
mesela bir şey yutmuştum ya ben, onun kolu bacağı çıkmış.
içimde duruyor sakince.
baleye gittim hayatımda ilk kez, konuyu bilmeyince ortaya ne komik algılar çıkıyormuş onu öğrendim.
farmville'i bıraktım; nadasa değil sonsuza kadar.
filmler izledim çoğu türktüler.
bornova bornova, ödüllü film önyargımı değiştirdi.
nefes, ruhumu yeşertti.
ugly truth, amerika'da romantik komedinin bir klişeler silsilesi olduğunu idrak ettirdi.
broken embrace, bir şeyler eksik kalmış almodovar dedirtti.
diziler de izledim, boş durmadım.
hung, flashforward, lie to me, mad men!
jon hamm'a tipsiz diyenleri anlamaya çalıştım, başaramadım.
ama kitap okumadım, itiraf edeyim.
murat menteş yeni kitap yazmış, onu aldım açılayım diye; ı-ıh fayda etmedi.
çok okuyan çok yazar demişler,
dememişlerse de ben dedim şimdi ve yazamamamı buna bağladım.
dönüşüm muhteşem olacak gibi beylik cümleler etmemişim allahtan.
ama kadir tapucu'dan da iyiyim.
değil miyim yoksa?!
ölümü ye, doğru söyle.
bir şeyler eksik mi kaldı ne?
hamiş: foto 2006'dan. şu anki ve genel ruh halimi yansıttığından en sevdiğim!

19 Kasım 2009 Perşembe

dahi anlamındaki "ben"! (tekrar)

yazarımız kışsal bunalmalar nedeniyle yazılarına ara verdiğinden 29.01.2009 tarihli yazısını tekrar yayınlıyor, bu durumdan dolayı okurlarından özür diliyoruz.

7 aylıkken başladım konuşmaya,
9 aylıkken mama istiyorum,
13 aylıkken "anne bu kim" dedim.
ay bazında değil de sene olarak bakıldığında 5 yaşımda tanıştım okul sıralarıyla.
hem erken başladım okula hem geç.
yaşım 5ti ama aylardan da kasımdı.
yani akranlarım anasınıfında şarkılar söylerlerken,
okul arkadaşlarım ise çizgileri, yuvarlakları çoktan çizmişlerken,
ben ahşap sıra ve tebeşirle yeni tanıştım.
evde kendi kendime okuma yazma söküp, problemleri dahice çözdüğümden değil heves ettiğim için başladım okula.
okuma ağacına ilk ben çıktım,
yakama kurdelayı ilk ben taktım.
hep benden büyüklerle okudum,
kendimi büyük sandım.
anadolu lisesi sınavına iki kere girdim.
kazandığım iptal edilince diğerini de kazanamayınca normal ortaokula gittim.
bu sayede hazırlık okuyup da öss'si de iptal edilenler kervanında adım olmadı.
5lik sistemdeki ve kredili sistemin ardındaki ilk, öysye giren son nesil oldum.
hazırlık okumadım hayatımda.
özel ders ı-ıh.
össde o kadar matematik yapıp yapmayanla aynı puan alınca sinirlendim, matematik çalışmayı bıraktım.
integralden tek formül biliyordum, öysde o çıktı.
yaptım, şanslıydım.
sınava girmeden, sınavın nasıl geçtiğini bilmeden tercih yaptım
hiç de fena sayılmayacak bir okul/bölüm kazandım.
hem de 16 yaşımda.
barlara giremezken amfilere girdim.
ally mc beal izledim büyüyünce ally olacağım diyerek.
okudum büyüdüm.
ingilizce konuştum yetmedi italyancayı ondan daha iyi konuştum.
mastera başvurdum, kazandım.
bursla italyaya gittim gezdim geldim.
işe başlayınca "itiraz ediyorum sayın yargıç" repliğinin sadece filmlerde olduğunu anladım.
pes ettim.
öyle biri oldum işte..
bunları anlattım çünkü çocukluğumdan beri "özel" olduğumu, ilerde çok başarılı olacağımı muhakkak farklı bişeyler yapacağımı düşünüyordum.
(bilmiyorum belki herkes böyle düşünüyordur.)
şimdi bakıyorum normal bir vatandaştan öteye gidememişim.
yaşım küçük (küçülüp cebinize girecek kadar değil tabi).
önümde seneler var,
biliyorum,
ama bilmem kaç yaşıma kadar içimde taşıdığım o tılsım yok.
yaptığım işe karşı hevesim yok.
zihnimi çalıştırmama beynimi kullanmama gerek yok.
dahi anlamındaki "ben"in ayrı yazılmasına gerek yok!

16 Kasım 2009 Pazartesi

kış uykusu..

şu havalarda "oh ne güzel bir güne uyandım" "bugün tam havamdayım" diyerek sevgi gülücükleri atan var mıdır allah aşkına? (sevgi gülücükleri ?!?!)
şu havalardan kastım, 16.11.2009 itibariyle ankara'da hüküm süren kapalı, iç bunaltıcı ve soğuk hava.
kışı sevenler muhakkak ki var ama böyle havaları sevenin ruhsal sağlığından şüphe ederim.
orhan veli'yi mahvedenlerle tam zıttı olduğunu düşündüğüm şu iklimsel koşullar yüzünden canım ne yazı yazmak istiyor ne çıkıp yürümek..
bu havalara en güzel gidecek şey uyumak.
insan için kış uykusu bu olsa gerek.
e biz de uyuyalım güzelleşelim..
öperins!

13 Kasım 2009 Cuma

eğer bir gün binbeşyüzonüçüncü izleyicim şerefine hediye verecek olursam;
yapacağım yarışma öyle kazık sorulardan oluşan bir bilgi yarışması olacak ki şaşıp kalacaksınız.
yok öyle; blogumu sev, onu blogunda yayınla, sev, okşa, arada su ver..
hem böylece benim subjektivitem de ortadan kalkar.
bil soruyu al boruyu.
ah pardon hediyeyi.
öperins!

10 Kasım 2009 Salı

yorumsuz

Bu kalp seni unutur mu dizisi danışmanları;
*Mümtaz’er Türköne
*Murat Belge
*Fehmi Koru
*Tuğrul Eryılmaz
*Yasin Aktay

saygılar efendim, öperim!

9 Kasım 2009 Pazartesi

korkuyorum anne!

ben de bebeğim olunca sabahtan akşama kadar ondan bahsedip, blogumda onun yaptığı -çoğu kişiye göre ultra sıradan ama bana göre en muhteşem harikalıkları mı yazacağım acabaĞ?
yo yo yo!

fotoş

2 Kasım 2009 Pazartesi

but today i'm cleanin' out my closet...

o kadar çalkantılı bir dönemden geçiyorum ki;
merkez üstü midem olan bir çalkantı.
ruhsal olanından ise bihaberim.
zaten farkında olsam engellemek ve/veya tripsel hareketlere girmemek için yoğun çabam olur.
şu ana kadar çevremden böyle bir eleştiri gelmedi.
bilemiyorum ki; belki de bana acıyorlardır.
çok da fifisantik.
her ne ise bu 7,8'lik zelzele sürecinde, 32 saatimi midesel bulantı ile geçirmiş biri olarak bazılarınızla hiiiç uğraşamayacağım.
siz diye bahsettiğim; insan ırkı.
bazılarınızdan kastım; sinir katsayımızı durduk yere artıranlar.
ayrıca üzerine alınmak isteyeni tutmuyoruz.
biz diye bahsettiğim; ben ve sevdiklerim.
hepinizi öperim!

28 Ekim 2009 Çarşamba

before we get too old!


bu dünya güzeli çantacık ve para kesesini banyosuyu benim için yapmış.
kasetin mika'nın life in cartoon motion'u olması ve üzerinde yazan HGB tesadüf değil.. (hgb tesadüf mü yoksa)
ama benim blog aracılığıyla, bu kadar şeker, tatlı, ben ne düşünsem aynını düşünen blogsoulmate'imi bulmam kesinlikle tesadüf..
ayrıca kesenin içinden ondan yüzsüzlükle istediğim vefakat zaten onun da bana göndermeyi planladığı (muhtemelen beni bozmamak adına böyle dedi) lego kelebek broş çıktı.
sabah sabah mutluluklara gark oldum.
insanın hiç tanımadığı/görmediği birini böyle sevebilitesi internetin bir lütfu mudur ki?
öyle değilse bile banyosuyu'nun çok latif olduğu kesin.
thank&love u!
öperins!

23 Ekim 2009 Cuma

metalci misin, asitçi mi?

hatıra/anket defteri ile büyümüş bir nesil olarak, kalbimizden temiz sayfalara yazdığımız maniler kadar anket defterlerinde cevapladığımız sorular da bir acayipti.
mercedes mi bmw mi?
coca cola mı pepsi mi?
manuela mı isabel mi?
michael jackson mı madonna mı?
metalci misin asitci mi?
böyle sorularla gençliğe adım atmış olan akran kuşak şimdi de başka derdi yokmuş gibi kenan imirzalıoğlu mu, kıvanç tatlıtuğ mu diye tartışıyor.
konu o kadar genel ki karşılaştırma oyunculuk yönünden mi, yoksa alıp eve biblo gibi koyma açısından mı belli değil.
ikisi de best model birincisi, ikisi de çok revaçta olan dizilerde oynuyorlar.
yani her iki yönden de tescilliler.
kenan imirzalıoğlu'nun çok başarılı bir oyuncu olduğunu inkar etmek mümkün değil ama son zamanlarda kendini tekrar eden karakterlerde oynaması izlenilebirliğini törpülüyor sanki biraz.
kenan'ı behlül karakterinde izleseydik mesela daha heyecan verici olabilirdi, rolü yani..
bunun yanında kıvanç tatlıtuğ oyunculuk olmasa da canlandırabildiği karakter zenginliği bakımından biraz daha önde.
öte yandan kenan imirzalıoğlu'nun sahip olduğu hayat görüşü ile kıvanç tatlıtuğ'unki karşılaştırılamaz sanıyorum.
çoğu şeyi karşısına almayı göze alıp yazı/tura filminde oynama cesaretini gösterdiği için kendisini tebrik etmek lazım.
kıvanç tatlıtuğ'un gösterdiği tek cesaret ise meltem cumbul'la birlikte olmak bence...
bunların yanında güzellik bakımından bir karşılaştırma yapacak olursak, yapmayalım derim ben.
nasıl tarık akan ile kadir inanır karşılaştırılamazsa, kenan imirzalıoğlu ile kıvanç tatlıtuğ da karşılaştırılamaz bence.
ikisi de yakışıklı, ikisi de boylu poslu, ikisi de öhhööm şey dünya ahret abilerim.
neticeten tartışma anlamsız olduğu kadar gereksiz de.
ama illa bir görüş isterseniz; en yakışıklı benim kocam.
öperins!

21 Ekim 2009 Çarşamba

acayip?!?

devleti ortadan kaldırmak isteyenler ve bu amaç için fiili olarak harekete geçenler serbest.
demokratik yolla muhalefet hakkını kullandıkları için hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs ettikleri iddia edilenler hapiste.
nerde mi?
tabi ki muz cumhuriyetinde.
öperins!

20 Ekim 2009 Salı

G FlashForward*

bu ayı saymazsak, LOST efsanesinde sonun başlangıcı için önümüzde daha 4 ay var.
o kadar uzun süre ara vermek hem "nolmuştu yaa geçen sezon" dememize, hem de diziden soğumamıza yol açsa da, lost bu; insanı kendine çabuk bağlar.
lost'u beklerken yine abc tarafından lost'un varisi olarak hazırlandığı söylenen flash forward'a rastladım.
ilk bölümü oldukça ilgi çekici idi.
her zamanki gibi fazla ayrıntı vermeyeceğim.
sadece şunu söyleyeyim; tüm dünya aynı anda 2 dakika 17 saniye boyunca bayılıyor ve bu bayılma süresinde 6 ay sonrasındaki hallerini görüyorlar.
evet allah için fazla bir şey açıklamadım ama konusu bu ne yapayım yahu!
ilginç bir konu, sürükleyici olacağa da benzer..
zira ilk bölümü sonunda merakımı depreştirici gelişmeler oldu.
ohhş, vaaay canına dedim.
ve vay canına ikilemesini hayatımda hiç kullanmadığımı farkettim.
iğrenç bir anlamı olmasına rağmen neden vay anasını diyoruz ki biz.
ne çirkin bir söz öbeği.
aman her ne ise, dizide oyuncular da başarılı ve bilindik isimler.
joseph fiennes, jack davenport (coupling'den steve), sonya walger (desmond bro'nın eşi) gibi..
ay şimdi gördüm, lost çarlisi dominic monoghan da varmış.
neticeten ben bu diziye inandım, siz de inanın..
hadi, legal(!)ce indirip, uslu uslu izleyin şimdi..
öperins!
*flash tv'ye ambleminden dolayı "ge flaş" diyen insanlar tanıyorum.

19 Ekim 2009 Pazartesi

halet-i ruhiyye.

psycho killer
qu'est que c'est
fa fa fa fa fa fa fa fa fa far better
run run run run run run run away
oooo oh oh ohhhhh..
ayayyayayayay!
ce que j'ai fais ce soir la
ce qu'elle a dit ce soir la
realisant mon espoir
je me lance vers la gloire...

günaydınlar efenim, öperins!

14 Ekim 2009 Çarşamba

pms'teyim..

bu denli klişe bir başlık atmak hoşuma gitmedi değil.
hatta bulduğum görseli de çok beğendim,
şimdi konuya girebilirim..

bundan sonra bir takım yazılarımla pms'te olacağım..
bak hatta bu klişe cümleyi yazarken bile inanılmaz mutlu oldum.
birazdan da oturur ağlarım..
ne de olsa pms'teyim..
ahahahahha ya da ühühühühüh.
kork benden pms, kork!
hatta bana kısaca alle de.
öperins!

9 Ekim 2009 Cuma

dialog

x: hani bir yağmur yağar ya bazen..
y: evet.
x: hani gök gürler ya arkasından.
y: hıhım.
x: hani şimşekler çakar peşinden..
y: ee?
x: işte öyle bir şeyy..
y: çok izahtan vareste oldu gerçekten!!''+'^'^%&

200

muayyen gününde, "kutumda kırmızı hissediyorum" diyen bir dişiden mümkünse koşarak uzaklaşın.
hele de bunu söylerken histerik kahkahalar atıyor ise...


fotoş üzerinde.

7 Ekim 2009 Çarşamba





BİZONlardan hoşlandık, hoşlandık, hoşlandık...

karanlıktakiler a.k.a annem ve ben!

dünkü "büyülü fener" yazımdan sonra hepinizin çılgınca "karanlıktakiler" yorumumu beklediğinizi biliyorum. (beni bozmamak adına burda çılgınca eee-veeet diye bağırmanız gerekiyor)
adliyeden akşam 8'de çıkmamı müteakip sinemaya gidip gitmeme konusunda emin olmamama rağmen, sizi hayal kırıklığına uğratmamak ve verdiğim sözü tutmak adına 9 seansında büyülü fenerdeydim.
artık çağan ırmak filmlerinin ilk haftayı boş geçirme geleneği mi, iki salonda oynamasının bir sonucu mu, yoksa saatin azizliği mi bilemiyorum ama salonda sadece biz vardık.
filmin konusuna üstü kapalı değinmek istiyorum, zira ben hiçbir şey okumadan gittim ,
belki siz de aynını istersiniz.
film bir anne oğul ilişkisi, tagline'ı "ölmek kolaydı ama sen vardın"..
bu slogan filmi izlemeden önce oldukça klişe gelebilir ancak izledikten sonra özellikle son 20 dakikada inanılmaz anlamlanıyor.
daha da anlamlanması için küçük bir ipucu : çoklu bakın olaylara.
karanlıktakiler giriş-gelişme-sonuçtan ziyade giriş ve sonuçtan oluşuyor.
o kadar uzun bir giriş bölümü var ki ikinci yarının ortalarında artık bir şeye bağlayacaksın değil mi çağan diyorsunuz. (tamamen samimiyetten)
sonun bağlanışı ve eksik taşların yerine oturması beklemeye değdiğini gösteriyor.
bana çağan ırmak bu filmde, ıssız adam'da eleştrilen ne varsa ona cevap vermiş gibi geldi.
öncelikle söylemeliyim ki gişe kaygısından çok uzak, sanatsal beklentilerle çekilmiş karanlıktakiler.
sanki gişede 3 milyon yapsın değil de altın portakalı alsın gibi mesela..
cemal hünal ve melis birkan'ın yer yer yapmacıklığa kaçan oyunculuklarına inat meral çetinkaya ve erdem akakçe oyunculuk konusunda müthişler.
özellikle son bölümde meral çetinkaya'nın oyunu, tiyatral bir tirat adeta.
erdem akakçe'nin canlandırdığı egemen'in inanılmaz saflığı/temziliği filmde gözlerimi yaşartan (ağlatan değil) tek unsur oldu.
egemen, izleyicinin kirlenen/kirletilmek istenen algısına rağmen o kadar iyi ki...
ve erdem akakçe bunu o denli gerçekçi geçiriyor ki size, oyunculuk budur diyorsunuz.
ayrıca egemen'in giydiği t-shirtlerde derin manalar buldum, cihan da hak verdi; dikkat edin derim.
derya alabora ise olmasa da olurmuş denecek kadar silik..
yani umay rolünü bir başkası da oynasa aynı etki olurdu sanki.
çağan ırmak, kabuslar evi serisinde tatmin olamamış olacak ki, karanlıktakiler'de inanılmaz gerilim unsurları vardı.
bir kaç yerde gözümü kapamak zorunda kaldım..
yine ıssız adam'a inat filmde müzik neredeyse hiç kullanılmamıştı.
kamera açıları, istanbul'un -her zamanki-güzelliği, görüntü yönetmeninin başarısı ise dikkatimi çeken diğer unsurlar.
konuya girmek istemediğimden yazmak istediğim bir kaç hususu da es geçiyorum sizin için, ne kadar iyiyim yahu.
neticeten;
film güzel mi? güzel.
izleyici izler mi? ıssız adam torpiliyle.
sevilir mi? sanmıyorum.
ödül?muhakkak.
öpeyim mi?öperins!
" ya ben çok salağım ya da bunlar çok akıllı" önermesinin şarta bağlanmasındaki ulvi amacı anlayabilmiş değilim. pek ala sen çok salakken onlar da çok akıllı olabilir. bunu şarta bağlayıp kendine pay çıkarman ayıp olmuyor mu?

6 Ekim 2009 Salı

laterna magica*

aslında ankara üzerine yazı yazmayı isterdim,
ama neresinden girip neresinden çıkacağımı bilemediğim için konuyu daraltıp ankara halkının alışkanlıklarına da indirgeyebilirim.
ankaralılar parkta oturmayı sever, günün herhangi bir saati genç/yaşlı parkta oturan onlarca insan görürsünüz ankara'da.
ankaralılar sinema sever.
kim sevmez mi dediniz?
anladığınız anlamda sinemadan bahsetmiyorum, yapısal olarak sinema söylediğim.
ankaralılar olarak alışveriş merkezlerine hapsedilmiş sinema tutkumuz, geçmişe özlem duyuyor.
en azından benim ve çevremdekilerin öyle. öyle de olmalı!
çocukluk/gençliğe giriş yıllarımıza renk katmış; alışveriş arasında değil de gerçekten film izlemek için gittiğimiz akün, kavaklıdere, batı, on, derya sinemalarından hiçbiri artık yok.
bu konuyu daha önce değindim mi bilmiyorum.
beni o kadar çok üzen bir husus ki, yüz kere söylesem bıkmam her halde.
bu yüzden tekrardan kaçınmıyorum.
kızılay'a sıkışmış, kızılay'ın keşmekeşine kurban olmuş metropol/megapol/mithatpaşa sinemalarını saymazsak eskiye dair tek sinema salonumuz bahçelievler/büyülüfener sanıyorum.
büyülüfener sineması 1996 yılında açılmış, ismi de açılan bir yarışma sonucu belirlenmiş.
slayt projektörlerinin atası olan "büyülü fener" ismini seçen odtü'lü bir öğrenci yarışmayı kazanarak ömür boyu bedava bilet ödülü kazanmış.
hala gidiyor mudur acaba, kim bilir?
büyülüfener'i hem evime çok yakın olduğu hem de alışveriş merkezinde değil de gerçek sinema binasında film izlemek adına tercih ediyorum.
bahçelievler'in kendine özgü minik apartmanlarının arasında gizlice kamufle olmuş, şaşaa ve gösterişten uzak kendi halinde bir sinema.
izlediğiniz film, kafanızı karıştırmış ve düşünmeye ihtiyaç duyduysanız,
büyülü fener, bahçelinin ara sokaklarında dilediğinizce dolaşıp istediğiniz kadar düşünemenize imkan sağlayacak konumda.
koltukları ve salonları süper konforlu olmasa da, geçmişten kalan her şey gibi büyülü fener de benim için çok değerli.
bugün çağan ırmak/karanlıktakiler izlemek için orda olacağım.
ıssız adam torpiliyle, karanlıktakileri büyük salonda izleyeceğime eminim.
sizi de büyülüfener'e beklerim.
öperins!

*büyülü fener

5 Ekim 2009 Pazartesi

şehir merkezi (centrum)*

haftasonu için evlenmeden önce nüfusumun kayıtlı bulunduğu yere gittim.
aslında oraya memleket de denilebiliniyor ancak hiçbir zaman memleketimde ikamet etmediğim ve oraya ait bağımın sadece aile büyükleri ile sınırlı olması nedeniyle memlekete gittim tabirini kullanmayı tercih etmiyorum.
kız kardeşimin beden eğitimi öğretmeni olduğunu ve annemlerin de "ona bakmak için" görev yerine çok yakın olan büyükbabamın evine taşındıklarını size söylememiştim sanıyorum.
ailesel olarak 1 yılı aşkın bir süredir "pastoral" bir hayat yaşıyorlar.
kent hayatından sıkılıp, temiz hava bol yeşil bir hayatta inzivaya çekildiklerini söylemek çok entel kaçabilir, zaten asıl saikleri de bu değildi.
ee onlar gidince ben de ankara'da bir nevi gurbette kaldım.
yüksek yüksek tepeler şarkısı bünyemde vuku bulmaya başlamıştı ki daha fazla geç kalıp annemi yelkene bindirme fantezisine kapılmadan yola çıkma kararı aldık.

doğanhisar, konya'nın pek bilinmeyen ilçelerinden.
konumu itibariyle de sapa olduğundan, ılgın ile akşehir'in arasında kalmasına rağmen pek bilinmiyor.
zaten doğa koşulları olarak da pek konya/iç anadolu kenti değil.
bizim bahçede fındık yetişiyor, o kadarını söyleyeyim.
3 katlı bahçemizde 2 gün boyunca gerçek farmvillecilik oynadım.
farmville'in de kapanması beni teğet geçti yani.
elma, barbunya, domates, biber, mısır, ceviz topladım.
bu arada taze ceviz hayatımda yediğim en güzel şeylerden biri ve kesinlikle bağımlılık yapıyor.
her güzel şeyin bir bedeli olduğundan, eldiven giymenize rağmen elinizin kapkara olmasını göze alabiliyorsanız yemeden durmanız mümkün değil.
ben çatlayana kadar yedim, anneler ne günler için :))
hayatımda ilk kez bir mantar çiftliği gördüm.
mantarlar o kadar güzel, beyaz ve yumuşaktılar ki dokunmaktan kendimi alamadım.
uçurtma uçurdum, çeşmeden su içtim, ne giysem tasasından uzak tüm salaşlığımla, anne evinde olmanın sorumsuzluğuyla huzur buldum.
neticeten bol temiz havalı, yeşilli, beyazlı, cevizli, bir haftasonu geçirdim.
ayrılırken annemin ve babamın gözlerine bakmamaya çalıştım.
26 yıl (üniversite de dahil) beraber yaşadıktan sonra ayrılmak cidden çok zor oluyor.
gurbet kuşu oldum bu yaştan sonra.
ayrıca şu an oksijen zehirlenmesi yaşıyorum, temiz hava beni acayip çarpmış.
sabahtan beri ölü gibiyim, dudaklarım da inanılmaz derecede çatlamış durumda.

ee o kadar pastoral yazdım, yazımı da cahit külebi'den hikaye şiiriyle noktalamak isterdim ama münasip olmaz.
ben evde cihan'a okurum onu.
öPERİNS!

*yol boyunca o kadar çok gördüm ki bu yazıyı, seyahat yazıma başlık olmazsa ayıp olurdu.

2 Ekim 2009 Cuma

eh barış abi aşkolsun!

ee abicim, müsadenizle çocuklar şarkısında "eh Barış abi aşk olsun aç koynuna kuş konsun" dedikten sonraki söz "çek ipini rahvan gitsin"miş, hiç söylemiyorsun.
yıllardır söylerim bu şarkıyı, daha bu sabahki söylemimde farkettim sözlerinin öyle olduğunu..
ayrıca ona öyle demezler dee, neyseeeee.

the one

işin açıkçası doğumgünüm için istediğim saat tam olarak bu değildi.
siyah olsun, deri kayış olsun ama içinde de altın parçaları(nasıl yani) olsun demiştim cihan'a.
kısacası şık bir saat arıyordum.
bu arada aç parantez söyleyeyim; benim sürpriz doğumgünü hediyem pek olmaz. genelde sipariş veririm ve hatta gider kendim seçerim, kapa parantez.
saatçileri gezerken ilginç dizaynlarıyla the one dikkatimi çekti.
dışardan ayna gibi görünen saat -ki benimki o değil- bir tuşa basınca fırıldak gibi dönerek saati gösteriyordu.
daha önce hiç duymadığım bir marka olduğu için tereddüt ettim önce, ama her orijinal fikir gibi bu saat de acayip hoşuma gitti.
fiyat araştırması yapmadan bir ürün alma alışkanlığımı çoooktan kenara bıraktığım için, hemen internetten aradım.
adamın bize verdiği fiyatın makul olduğunu anlayınca, cihancııım sağolsun bana "çaktırmadan" almıştı bu saati.
aslında bu saatle ilgili hemen yazmak istiyordum.
üzerinden 3 ay geçti, hesi ile loreathan japonik saatlerini alıp yazmasalardı daha da yazmazdım aslında :)
saat-biraz da büyük olduğundan- acayip dikkat çekiyor.
dışardan bakıldığında akrep-yelkovan yok.
saati anlamak için sağ üsteki pime basmanız gerekiyor.
kırmızı ışıklar bir tur döndükten sonra duruyor, dışardaki kırmızı dakikayı, içerdeki de saati gösteriyor.
ancak dakika 5 ve katları şeklinde gösterildiği için ortadaki 4 ışıkta ek dakikalar için yapılmış.
ayrıca A ile gösterilen yer de am/pm ayrımı için.
pime iki kere üst üste basarsan da tarih ışıkları yanıyor.
bu sefer de içerdeki ışık ayı, dışarıdaki günü gösteriyor.
çok karışık gibi görünebilir ama alışınca gayet basit.
the one'ın daha da zor olan, toplama usulü saat gösteren modelleri de vardı.
ben tip olarak bunu beğendiğim için böylesini aldım, yoksa zordan kaçtığımdan değil :P
satıcının söylediğine göre markanın amblemi OI, IQ'yu çağrıştıracak şekilde tasarlanmış.
ama ters olması neye delalet bilemiyorumm.
şimdi bakalım anlattıklarım anlaşıldı mı?
ali baba saatim kaç?

1 Ekim 2009 Perşembe

deli deyip geçme.

tunalı'da, kuğulu iş hanının alt katında bir tokacı var.
adını bilmiyorum, hoş bir adı olduğunu bile sanmıyorum.
biz ona yıllardır "deli" diyoruz.
sahibi orta yaşı biraz geçmiş, açıkçası kendinden de biraz geçmiş biri.
anlattığına göre, 30 senedir tokacıymış ve ankara'daki ilk 3 tokacıdan biriymiş.
karum açılınca işleri kötü olmuş.
dükkanın en sevdiğim yönü-ucuz olmasından sonra tabi- dağınık olması.
her şey ama her şey üst üste, tokalar bir yanda, küpeler alakasızca dizilmiş.
dükkanın bu haline her gidişimde anlamsızca gülüyorum..

dün tunalı'da işim vardı, ne zamandır uğramıyorum şu deliye bir gideyim dedim.
dükkanı karşıya taşımış, büyütmüş; ama hala aynı keşmekeş.
sahibinin bir özelliği de anında değerlendirme yapıp sana fikir vermesi.
ben öyle bakarken, bir kıza "bak bu tokayı al, sana çok iyi gider" dedi.
kız da bayıldı tabi, ben de içimden "fakşit, beni beğenmedi" dedim.
sonra kız yanındakiyle gülüşerek ve herkesin ve hatta delinin duyabileceği sesle "deli ama zevkli ahahahah" demesin mi?
sanki adama yıllardır deli diyen ben değilmişim gibi öyle bir sinirlendim ki az kalsın dönüp kavga edecektim.
tabi ki etmedimmm, aldıklarımın parasını ödedim ve çıktım.
deli'nin beni kazıklayıp fazla para aldığını ise çok sonra farkettim..

bu da böyle bi anı olsun.
ahahahah.
hoş kalın, öperins!
anlaşılan o ki; rüştü surf yemeyi bırakmış..

30 Eylül 2009 Çarşamba

mengö



mango bana mektup atmış. mektubunda bloğum bu, beni takip etmen zevkin açısından iyi olur demiş. ben de iyi, olur dedim. bakacağız bakalım neymiş?!

kızıla boyalı saçlar aranıyor



mourselas'ın bu kitabını bir arkadaşım tavsiye etmişti. ne kadar aradıysam bulamadım. stoklarda tükenmiş. eğer bu kitabı nerden satın alabileceğimi bilen ya da elinde olup da bana satmak isteyen var ise lütfen benimle irtibata geçsin. n'olur yaa! bak yalvarıyorum.

28 Eylül 2009 Pazartesi

nazo'dan aldığım broş ve tokalar..
rengarenk broşun adının "bergen" olması bile nazo'nun ne kadar yaratıcı olduğunu gösteriyor..
bunları çok sevdim ayrıca hediye olarak yolladığı uğur böcekli tokaya da bayıldım..
nazo'nun eline sağlık, bana da afiyet olsun..

eğer bir gün sana " juan antonio samarach gibisin vallaHi" dersem; lütfen bunda derin manalar arama, LÜTFEN!

26 Eylül 2009 Cumartesi

yeni yayın dönemi

benim neyim eksik ayol!
yayınsa; post yayınlıyorum, yorum yayınlıyorum..
evet!
28.09.2009 tarihinde yeni yayın dönemine başlıyorum!

hoop hey!*



voleybolu, özellikle de bayan voleybolunu izlemeye bayılıyorum. yurdum erkeklerinin çoğunun da aynı görüşte olduğuna eminim. sırf et izlemek için salona giden ayılar biliyorum yahu.

her ne ise polonya'da avrupa şampiyonası başladı. (polonya bu sene avrupa şampiyonası resmi ülkesi mi acaba?) maçların gündüz olması sorun oluştursa da, sonuçları öğrenmediğim sürece akşamki tekrarlarını izlemekte de bir sakınca yok. milli takımın ilk maçı dün fransa ileydi. ancak dün fransa'nın oynadığı ne idi anlayamadım. :O plajda her voleybol topunu eline alanın filenin etrafında toplanması hesabı fransa, çember oluşup topa pıt pıt vurmuş kızları tutmuş da getirmiş gibiydi. ben daha önce hiçbir maçta servisten bu kadar sayı kazanıldığını görmemiştim. neticeten oldukça sıkıcı bir maç oldu.

filenin sultanları (ahahahah iğrencim) bugün 16.00'da italya ile, yarın da almanya ile oynayacak. ilk maç çok tırt olduğundan, takımın performansı konusunda bir yorumda bulunamıyorum. ama italya'nın son şampiyon olduğunu hatırlamak/hatırlatmak isterim..

o değil de ben neden böyle bir yazı yazdım yahu. ne alaka şimdi? neyse öperins!

*filenin sultanlarının sayı alınca söyledikleri sevinç ünlemi. bunu uzun süre "ohhh bee" diye anlamıştım.

fotoş: ntvspor

meraklısına

işte o blog!!

25 Eylül 2009 Cuma

oh my blog!

yabancı bir bağyan arkadaşın blogunu çok beğenip, izleyeyim dememle şok olmam bir oldu.
izleyicisi çoktan 10.000 kişi olmuşmuş da beklemeliymişim.
yok artık ibrahim kutluay!

esra erollaştıramadıklarınızdan mıyım?


Aslında ben çok gülerim ama bir o kadar da hüzünlü bir insanım. Mesela bu gün taksiyle giderken, yanımdaki dolmuşa baktım, bomboştu! her yolcu başına bir ikili koltuk düşmüş, hepsi rahat rahat gidiyorlardı. O an otobüse daha fazla bakamadım ve kafamı çevirdim. Gözyaşlarıma hakim olamadım. Çünkü ben o otobüsteki insanların ne düşündüğünü çok iyi biliyorum. Ben de dolmuşa biniyordum. onlar benim ödediğim paranın onda birini verip rahat rahat yolculuk ederken, ben doğan görünümlü şahinin içinde tüm yalnızlığımla oturuyordum. O yüzden obüstekilerin ne hissettiğini iyi biliyorum. hep birlikte bana enayi diyip gülüşüyorlardı içlerinden! işte o an göz yaşlarım sel oldu sevgili dostlar!
alıntı için bknz.

24 Eylül 2009 Perşembe

buket list



#11 Bulmacaya soru olunacak. ama çengel değil kare bulmaca zira çengel kolay oluyor. sağdan sola 6 benim için uygundur.


bugün itibariyle 1000 gündür popomundo oynuyorum.

1000 günde 5 çocuk doğurdum, 16 yaş yaşlandım, başyargıç oldum, bilimsel bir atılım gerçekleştirdim, evlendim, 10 nikah kıydım, bir kabilenin şefi oldum, 1000lerce yargı hükmü verdim, cadılar bayramını kutladım, albüm çıkardım, klip çektim, 10.000 kişiye konser verdim, grubum radyo listesinde ilk 40'a girdi, şirket açtım, zombi öldürdüm, çektiğim bir fotoğraf yayınlandı, dünya turunu tamamladım, yeni yılı kutladım, sevdiğim kişiyle birlikte oldum, ölüler diyarını ziyaret ettim.

ne çok boş vaktim varmış meğerse!

23 Eylül 2009 Çarşamba

yine gel!

bedava ev alma ve saç yapma yöntemleri yazarak bloguma gelen şahsına münhasır kişi, ne olursan ol yine gel!
sen beni güldürdün, ben de seni güldüreyim..

ben şimdi burayı bırakıp geldim ya; kendimi serin sulardan kızgın kumlara atlamış gibi hissediyorum..
bir tarafım kekik kokulu dağ, bir tarafım keçeli kalemle çizilmiş mavi-yeşillikte deniz iken..
biraz terellelli biraz da aşk varken..
umarsızca keşke hep yaz olsa, dert olmasa derken..
huzurun sessizliğini bozan dedikodu-kahkaha akşamlarında, balkondan kalkan ışıklarını izlerken..
yuvaya dönüşle; bileklerimi dondurucu ankara soğuğu, kusura bakmasın ama cehennem gibi geldi..
ee teşbihte hata olmaz.
teşbihte olsa bende olmaz.
öperins!

18 Eylül 2009 Cuma

kazanalar yalnızdır

benim bloggerdan bir arkadaşım var, görebilitesi olduğundan adını açıklamak istemiyorum.
eskiden çok okunuyordu, sonra yazdığı konular birbirini tekrar etmeye başladı,
eski popüleritesini kaybetti.
buna rağmen yazdıklarının büyük çoğunluğunu okudum.
en son yazdığını okuduğumda tamam artık bir daha okumam demiştim.
sonra facebookta arkadaş olarak ekledim.
ekledim ama pişman oldum.
durmaksızın bir şeyler yazıyor, kendince tartışma konuları açıyor ve duvarımı meşgul ediyor.
bununla da kalmıyor yazdıkları hakkında millete yorum yaptırıyor.
bloggerda da durum farksız,
bir günde ard arda 5-10 post yazabilme kapasitesi var.
çoğu fikir sorma amaçlı.
ama iyi niyetli olduğunu bildiğimden, yaşına ve mazisine hürmeten her iki yerden de silmedim.
vefakat ciddi anlamda baygınlık vermişti.
şimdilerde öğrendim ki yeni bir şey yazmış.
doğrusu yazdığını biliyordum da türkçe'ye çevrildiğini yeni öğrendim.
sana bir şans daha vereyim mi paulo, ne dersin?

şakire dudu


büdü'yü köksal engür'ün, edi'yi de altan erkekli'nin konuştuğunu yeni farkettim ya kendimi kınıyorum. kın kın!
hoş ben edi-büdü izlerken henüz dizi furyası(bu kelimeye de sempatim var) yoktu. bu gerçek sanatçılar da tiyatrolarda izleyici bekliyorlardı :/ yüzlerinin bile tanınmadığı zamanlarda seslerinin farkedilmesi güç olsa gerek.

shakira versus nelly



öncelikle söyleyeyim böyle bir karşılaştırmayı müzik otoritemle değil, iki bayanın da latin kökenli olmasından aldığım ilhamla yapıyorum. zaten müzik tarzı olarak da ikisini karşılaştırmak ne kadar doğru olur bilemiyorum.

malumunuz her iki şarkıcı da yeni şarkılarıyla arz-ı endam ettiler/etmekteler. nelly furtado'dan manos al aire'yi dinlerken ne kadar zevk alıyorsam shakira she wolf dedikçe o kadar müzik zevkim rencide oluyor. klipçi değil radyocu biri olduğum için görselliği bir yana bırakarak duyduğumu değerlendiriyorum ve olmamış shakira diyorum, OLMAMIŞ! hele o ulumalar nedir yahu. asena mısın kızım sen?

ayrıca shakira inglizce söylemesine rağmen, nelly'nin ispanyolca şarkısında anladığım kelime sayısı daha fazla. dünyada bu kadar ingilizce şarkı söyleyen varken bu zavallı kızcağız neden kendi dilinde söylememekte ısrar ediyor anlamış değilim. hayır urduca da konuşmuyorsun, dilin dünyada en çok konuşulan ikinci dil. biri shakira'ya ispanyolca şarkılara ağırlık vermesini salık versin.

latin deyince aklıma geldi. ricky martin'e ne oldu ayol?

17 Eylül 2009 Perşembe

bucket list

#36 bir ilk bahar sabahı güneşle uyanıp, çılgın gibi koşarak kırlara uzanmak istiyorum. hem de kafiye olsun diye değil.

basın basın!!



bize haberlerde izletilen; canavarca his saikiyle cinayet işlemiş bir zanlı değil de yorgun, pişman, üzgün zavallı bir çocuk mu yoksa benim paranoyam mı tuttu yine?