31 Aralık 2009 Perşembe
yılbaşı hediyeleri vol son.
yılbaşı hediyeleri vol 3.
30 Aralık 2009 Çarşamba
yılbaşı hediyeleri vol 2.
işte öyle bir andayız noracan.
evet belki alamadım sana bu "flormar setini" ama düşündüm..
eee yeterli olan da bu değil mi cicim?
öperim!
görseliyet
yılbaşı hediyeleri vol 1.
en komiği bile
senin kadar güldürmedi beni.
takipçin oldum önce,
en sevdiklerimden soğudum,
rest çektim hepsine..
eğer bir gün karşılaşırsak,
ne istersin benden?
yeni yıl hakkı!
böyle bir felaketler silsilesi yurdu ve dünyayı saracak,
ekonomik krizler tavan yapacak, bir meteor dünyaya çarpacak falan gibi hissetmiştim.
yanılmışım, o yıl 2012 imiş.
2010'a girerken, yaşadıklarından ders alan biri olarak hiç bir hissim yok.
içim kıpır kıpır falan da değil.
27 senedir yapmadığım gibi milli piyango bana çıkarsa nasıl deliririm konulu tezim üzerinde de çalışmıyorum.
sadece yarın işten erken çıkıp akşama istanbul'a varabilme ve akşama tıka basa yeme hayallerindeyim.
yatağa yattığım an günün muhasebesini yapmaya fırsat bulamadan uyuyakalmam gibi, yeni seneye girerken de geçmiş seneye ilşkin değerlendirme yapma adetim yok.
ama madem modayı yakından takip ediyoruz, yazalım bir kaç satır.
2009'da iş aynı, evlilik aynı.
aynı olmakla birlikte ikisi de çok güzel.
daha yaratıcı olabileceğim bir iş pek tabi daha güzel olabilirdi ancak elimizdekiyle yetiniyor ve seviniyoruz pollyanna ve ben.
gitmek istediğim yerlere gittim 2009'da..
ispanya hayal kırıklığı ama ne yalan söyleyeyim şimdi düşününce kötü de değilmiş be!
tüm yakın çevremin hayran olduğu kaş'a -antalya'da 4 sene oturmama rağmen hiç gitmediğim kaş'a- da gittim bu sene.
boşa gitmemeşim..
sonuçlarını haziran ayında doğuracak.
bir de 2009'un en önemlisi hakkı tabi.
beklemediğim bir anda gelen hakkı.
düşününce içime mutlulukla birlikte endişe saran hakkı.
alacağın olsun hakkı!
tanjevic kaç senedir tüm mağlubiyetlerin ardından "hedef 2010" demeseydi biz de 4 senedir hedef 2010 der miydik bilemiyorum.
geçen zamanda 2010 için tüm hedeflerimize ulaştığımızdan, elde bir hedefimiz yoktu, hakkı oldu iyi oldu.
ee benim de 2010 için beklentim de hakkı olsun o zaman!
hakkının coşkusuyla hepinizi yeni yıl münasebetiyle daha bir içten öpüyorum.
yeni yılda da hep hoş kalın!
25 Aralık 2009 Cuma
karpuzkaldıran
ismini hiç duymamış biri için ne kadar da anlamsız geliyor.
oysa 4 yılını yaz-kış orda geçirmiş ben ve akranlarım için ismindeki karpuzun ya da kaldırdığı şeyin bir anlamı olduğunu sanmıyorum.
karpuzkaldıran antalya-lara'da mukim bir askeri kamp.
asker çocuğu olmanın avantajlarından biri olarak antalya'da kaldığımız 4 sene boyunca yaz kış kampta kaldık.
her sene baharla birlikte yeni gelenleri karşılar, ekimde sezonu kapatırdık.
15 günlük devrelerde yeni yeni arkadaşla edinir, demirbaş olarak çoğu gidenin ardından diskoda son gece çalan "bu gece son" şarkısı eşliğinde içlenir kimi zaman ağlardık.
8-12 yaş aralığımı orda geçirmiş olmama rağmen, çoğu kişinin halen yaşayamadığı çok şeyi yaptım ve yaşadım orada.
sözlükten holden caulfield, o kadar güzel yazmış ki, ben yazsam aynını yazarım diyerek ve affına sığınarak bundan sonrasını onun ağzından devam etmek istiyorum.
anlattıklarına ve zaman dilimine bakıldığında arkadaşım olma olasılığı yüksek olduğundan yaptığım alıntıya kızmayacağını umuyorum.
"kreplerine, karlamalarına ve snack barına, kayalıklarına, kumlarına taptığımız batı plajını, kıyıda çıkan yengeçler nedeniyle uzak durduğumuz, daha çok sükunet meraklısı yaşlıların tercih ettiği doğu plajını, her daim kalabalık olan, aradığım herşeyi bulabildiğim (marketinden kuaförüne) sahil gazinosunu, 2 yıl boyunca her akşam yemek yediğimiz, alabalıklarla dolu havuzunun etrafında saatlerimi harcadığım doğu gazinosunu, her gün saatlerce bıkmadan oynadığım ve yüzlerce arkadaş edindiğim çocuk parklarını, 90ların vazgeçilmezi olan şarkılarla beynime kazınmış olan, tahta tuhaf bir yapısı olan discoyu, çizgileri beyaz boya yerine beyaz borularla yapılmış bir futbol sahasını barındıran spor tesislerini , süper bir kendin pişir kendin ye mekanını, sabahın 4'ünde kokoreç-işkembe çorbası sefalarını, ilk sinema deneyimime home alone ile evsahipliği yapan ve bünyesinde abuk eğlenceler düzenlediğimiz açık hava sinemasını, kullanılmadığı için paten ve kaykay kaymak için mekan edindiğimiz batı gazinosunu, bütün gün görmediğim annemleri bulmak için gece saat 2'de gittiğim, koşarken tuhaf taşlarıyla defalarca dizlerimi, dirseklerimi yardığım ve alkolsüz kokteyli benim için klasik haline gelmiş, gudik heykellerle dolu antik bar'ı, iskelenin ucunda yer alan gündüz mekanı deniz bar'ı, bütün paramı yatırdığım kola makinelerini, her sabah beni uyandıran tanıdık ağustos böceklerini, yarım saatte bir anons yapan danışmadaki salak kızı, antalya içine sefer düzenleyen ringleri, semaverleri, kaşarlı tostları ve sinemada film arası olduğunda aldığımız spriteları ile uzun süre besin ihtiyacımı gideren çay bahçesini, asansörünün inip çıkmasını salaklar gibi izlediğimiz turist hoteli, futbol maçlarını, sahil boyu süren sarı salıncaklarını, mayıs ayında açıp ekimde kapadığımız deniz sezonunu, aylarca bronz tenle gezmeyi, hatta sahil gazinosunun önündeki telefon kulübelerini, kimi zaman otoparkını, ve hatta yokuşlarını, motellerini, yağmurlarını, evin camından baktığımda gördüğüm şimdi adını anımsayamadığım şelaleyi, sabahın köründe palmiyelerin zakkumların arasında servis beklemeyi deliler gibi özlediğim, istanbul'a taşındıktan sonra gittiğimde çok değişmiş bulduğum, yabancılık hissettiğim, bende 40 derece sıcaktan, nefes almamı güçleştiren, giysilerimi sürekli ıslak bırakan yoğun rutubetten ve hüzünden başka bir iz bırakamayan, ama sonraları geriye baktığımda 2 yıl boyunca bir kez bile oturup televizyon seyretmeden yaşadığım, dizimdeki kabuk olmuş her yarada bir kez daha anımsadığım, güneş yağı ve hindistan cevizi kokusunda bulduğum yerdi karpuzkaldıran.. küçüktüm, hayat daha güzeldi, televole daha yoktu, şaban torino'ya yeni gitmişti.. hey gidi hey"
24 Aralık 2009 Perşembe
23 Aralık 2009 Çarşamba
yar bana bir eğlence medet!
ağacımızı tozlu rafından indirip kurduk,
yoğun araştırma sonucu birbirimize "sürpriz" hediyelerimizi aldık.
ama hala yılbaşı gecesi ne yapacağımızı bulamadık.
istanbul, aile saadeti, arkadaş eğlencesi derken halen bir karar vermiş değiliz.
hakkı'yla olduğu için içkiden uzak durmam gerektiği gerçeği karşısında; evde ye-iç-tombala oynaya aklım kaysa da,
hakkı'sız son yılbaşım olacağı, bundan sonra istesem de zor çıkarım düşüncelerine istinaden dışarı çıkma hevesim de ağır basmıyor değil.
ayy bilemiyorum...
öpüyorum!
21 Aralık 2009 Pazartesi
18 Aralık 2009 Cuma
17 Aralık 2009 Perşembe
14 Aralık 2009 Pazartesi
dostum aida dedin ama bu zenci.
ilk kez bale izlemenin heyecanını daha üzerimden atamamışken, cumartesi günü operaya da giderek sanatsal belleğimin eksik kalan kısmını da tamamlamış oldum.
bir insan 27 yaşında operaya gidiyorsa elbette ki en iyisi olsun ister.
opera denince de akıllara-en azından benimkine- aida geldiğinden, bundan iyi bir seçim olamaz diyerek biletleri aldım.
ankaralı sanatseverlerin bu denli çok olması insanı mutlu ediyor ne yalan söyleyeyim.
otopark gibi salon da tıklım tıklım doluydu.
çoğunun bizim gibi ilk kez operaya geldiği belli.
ama bazıları ilk kez gelme olayını abartıp "biz ilk kez geliyoruz da numaramızı bulamayacağız" gibi baştan yenik ve şaşkın sorularla benden yardım istedi.
tüm sakinliğim ve salonu bilmenin hafif ukalalığıyla yerlerini gösterdim.
eserin başlamasından kısa bir süre önce 4 perde olduğunu ve yaklaşık 3,5 saat sürdüğünü öğrenince hafif bir huzursuzluk olduysa da, ben bu yola başkoydum civanım nağmeleriyle süper ihtişamlı opera sahnesindeki yerimizi aldık.
burada aç parantez hemen belirteyim yıllarca aYda diye teleffuz ettiğim(iz) eser, orijinalen aİda imiş.
bunu da her perdeden önce özeti okuyan hanımdan öğrendim.
konuyu okumadan gittiğimiz ve hepimizin ayrı bir seneryo yazdığı bale fiyaskosundan sonra her ne kadar eserin özetini yanıma aldıysam da gerek üst yazı gerekse süper italyancam sayesinde anlama zorluğu yaşamadım bu sefer.
ancak bizi bekleyen diğer zorluklardan o anda haberimiz yoktu...
bu arada çok acayip; bir kural mıdır bilmem opera/bale izleyicisinin her fırsatta alkışlama isteği takdire şayan olsa da zaman zaman rahatsız edici olabiliyor.
3 saniyelik es görmeye görsün hemen şakşak!
orkestra yerini almış olduğundan ilk alkışımızı orkestra şefine patlattık.
gerek bale gerekse operaya canlı orkestranın kattığı tat inanılmaz.
müzikleri canlı olduğunu bilerek, dahası görerek dinlemek çok çok güzel.
derken perde açıldı ve aida!
leyla gencer'in hayatını ve aida'daki ihtişamını okumuş biri olarak sahnede güzeller güzeli bir aida beklerken 50sini çoktan aşmış, zayıfça bir zenci görünce gecenin ilk şokunu yaşadım.
aida'nın habeş kralının kızı olduğundan bihaber operaya gitmenin getirdiği bu şok aslında çok da acayip değil.
habeşistanın günümüzdeki adının etiyopya olduğu düşünüldüğünde, karşında aida rolünde elvan abeylegesse görsen şaşmamalısın.
mısır kralı radomes'i canlandıran, elbette kadın başrol oyuncusuna uygun yaşlıca, oldukça botokslu bir italyan bey..
bunun yanında firavun, radomes'e aşık firavunun kızı, ve aida'nın babası habeş kralı bir o kadar genç.
kimsenin fiziksel görüntüsüyle dalga geçmek istemem ama firavunun kızı amneris rolündeki sim tokyürek'in aklımızdaki opera sanatçısı formatına uygun olması prenses rolünü oynamasıyla biraz tezat olmuştu sanki.
firavunun kızını bir ödül olarak krala sunması sahnesinde de genç izleyicilerde ister istemez bir kıkırdaşma oldu, ben tabi ki ayıpladım.
böyle bir oyuncu kadrosunun olası sonucu; inandırıcılığını kaybeden karakterler ve buna kafasını taktığı için bir türlü oyunun içine giremeyen ben..
eserin cidden 4 perde olması, 3,5 saat sürmesi ve arkadakiler görebilsin diye sabit durmaktan oluşan bel ve boyun ağrılarım da cabası..
sonuç, çıkışta operanın çok ayrı bir kültür olduğu fikir birliği içinde çiftliğe gidip kokoreç yemece..
öperins!
11 Aralık 2009 Cuma
teknoloji dediğin tek dişi kalmış canavar!
7 Aralık 2009 Pazartesi
hocam derken?!
5 Aralık 2009 Cumartesi
vincent ewing a.k.a. nihal yeğinobalı
arka kapak okuyup kitap alabilitemin yüksekliği düşünüldüğünde, bu kitabı koşarak almam kaçınılmaz.
3 Aralık 2009 Perşembe
komisch koko*
ama dün gece ege kayacan'ın şahsi şovunu izledikte sonra bir kez daha tezimin onaylanması beni daha bi mutlu etmiş olacak ki bundan bahsetmeyi görev edindim kendime.
aslında bunu ilk kez cem yılmaz esprilerine neden güldüğümüzü düşünürken farketmiştim.
evet boş zamanlarımda böyle gereksiz konular düşünürüm ben.
cem yılmaz'ın şovlarında bahsettiği konular hepimizin bir şekilde farkında olduğu ama dikkat etmediği ancak başkasından duyunca "a-ha cidden aynen böyle ya" dediğimiz şeyler değil mi?
uzun zamandır izlemediğim için spesifik bir örnek veremeyeceğim ama izlerseniz cem yılmaz'ı bir dikkat edin derim.
dün ege'nin şovunda da, klasik güldürü tozumuz g.t baş haricinde, en çok güldüğümüz şeyler yaşadığımız olaylardı.
bu küfür olayı da ayrı mevzu ama madem konu açıldı kısaca söyleyeyim, kaba saba karakterler osuruyor veya küfür ediyor türk milleti de ona gülüyor şeklindeki alaycı eleştrileri anlamıyorum.
zira dün geceki nezih toplulukta da boş geçen argo esprisi olmadı.
her ne ise ortak farkındalıklara dönecek olursak ve ege'den çalarsak; misal yeni bir cep telefonu aldıklarında tüm teknolojiye teğet geçerek "yeşile basıyorum değil mi" repliğini söyleyen anneye sahip olmayanımız olmadığı için böyle bir espriye gülmeyen de olmuyor.
yine aynı şekilde evlilikte osuruğu sıradanlaştırma sürecine dair yapılacak şakalarda evli olan herkesin kendini bulacağı ve kahkahayı koyacağı kaçınılmaz bir gerçek..
ee yani böyle bir tespit yaptın, aferin de sonuç? diyen aceleci keratalara hemen cevap veriyorum.
kıssadan hisse eğer türkiye'de komik olmak istiyorsanız "kaba" bir kaç sözle bezenmiş ortak farkındalıkları bulun ve sunun.
emin olun başarılı olacaksınız..
sakın yanlış anlaşılmasın kötü bir şey olduğunu söylemiyorum bilakis ben en çok onlara gülüyorum.
öperins ;)
*lern mit uns kitabındaki papagayın adı. fotosunu bulamadım, google görsellerde aratınca da ilk çıkan fotonun benim fotom olması da acayip değil miĞ? yoksa bu da bir işaret miiiii?!?
1 Aralık 2009 Salı
zadadank, zadadank!
19 Kasım 2009 Perşembe
dahi anlamındaki "ben"! (tekrar)
7 aylıkken başladım konuşmaya,
9 aylıkken mama istiyorum,
13 aylıkken "anne bu kim" dedim.
ay bazında değil de sene olarak bakıldığında 5 yaşımda tanıştım okul sıralarıyla.
hem erken başladım okula hem geç.
yaşım 5ti ama aylardan da kasımdı.
yani akranlarım anasınıfında şarkılar söylerlerken,
okul arkadaşlarım ise çizgileri, yuvarlakları çoktan çizmişlerken,
ben ahşap sıra ve tebeşirle yeni tanıştım.
evde kendi kendime okuma yazma söküp, problemleri dahice çözdüğümden değil heves ettiğim için başladım okula.
okuma ağacına ilk ben çıktım,
yakama kurdelayı ilk ben taktım.
hep benden büyüklerle okudum,
kendimi büyük sandım.
anadolu lisesi sınavına iki kere girdim.
kazandığım iptal edilince diğerini de kazanamayınca normal ortaokula gittim.
bu sayede hazırlık okuyup da öss'si de iptal edilenler kervanında adım olmadı.
5lik sistemdeki ve kredili sistemin ardındaki ilk, öysye giren son nesil oldum.
hazırlık okumadım hayatımda.
özel ders ı-ıh.
össde o kadar matematik yapıp yapmayanla aynı puan alınca sinirlendim, matematik çalışmayı bıraktım.
integralden tek formül biliyordum, öysde o çıktı.
yaptım, şanslıydım.
sınava girmeden, sınavın nasıl geçtiğini bilmeden tercih yaptım
hiç de fena sayılmayacak bir okul/bölüm kazandım.
hem de 16 yaşımda.
barlara giremezken amfilere girdim.
ally mc beal izledim büyüyünce ally olacağım diyerek.
okudum büyüdüm.
ingilizce konuştum yetmedi italyancayı ondan daha iyi konuştum.
mastera başvurdum, kazandım.
bursla italyaya gittim gezdim geldim.
işe başlayınca "itiraz ediyorum sayın yargıç" repliğinin sadece filmlerde olduğunu anladım.
pes ettim.
öyle biri oldum işte..
bunları anlattım çünkü çocukluğumdan beri "özel" olduğumu, ilerde çok başarılı olacağımı muhakkak farklı bişeyler yapacağımı düşünüyordum.
(bilmiyorum belki herkes böyle düşünüyordur.)
şimdi bakıyorum normal bir vatandaştan öteye gidememişim.
yaşım küçük (küçülüp cebinize girecek kadar değil tabi).
önümde seneler var,
biliyorum,
ama bilmem kaç yaşıma kadar içimde taşıdığım o tılsım yok.
yaptığım işe karşı hevesim yok.
zihnimi çalıştırmama beynimi kullanmama gerek yok.
dahi anlamındaki "ben"in ayrı yazılmasına gerek yok!
17 Kasım 2009 Salı
16 Kasım 2009 Pazartesi
kış uykusu..
şu havalardan kastım, 16.11.2009 itibariyle ankara'da hüküm süren kapalı, iç bunaltıcı ve soğuk hava.
kışı sevenler muhakkak ki var ama böyle havaları sevenin ruhsal sağlığından şüphe ederim.
orhan veli'yi mahvedenlerle tam zıttı olduğunu düşündüğüm şu iklimsel koşullar yüzünden canım ne yazı yazmak istiyor ne çıkıp yürümek..
bu havalara en güzel gidecek şey uyumak.
insan için kış uykusu bu olsa gerek.
e biz de uyuyalım güzelleşelim..
öperins!
13 Kasım 2009 Cuma
yapacağım yarışma öyle kazık sorulardan oluşan bir bilgi yarışması olacak ki şaşıp kalacaksınız.
yok öyle; blogumu sev, onu blogunda yayınla, sev, okşa, arada su ver..
hem böylece benim subjektivitem de ortadan kalkar.
bil soruyu al boruyu.
ah pardon hediyeyi.
öperins!
11 Kasım 2009 Çarşamba
10 Kasım 2009 Salı
yorumsuz
9 Kasım 2009 Pazartesi
korkuyorum anne!
yo yo yo!
fotoş
6 Kasım 2009 Cuma
2 Kasım 2009 Pazartesi
but today i'm cleanin' out my closet...
merkez üstü midem olan bir çalkantı.
ruhsal olanından ise bihaberim.
zaten farkında olsam engellemek ve/veya tripsel hareketlere girmemek için yoğun çabam olur.
şu ana kadar çevremden böyle bir eleştiri gelmedi.
bilemiyorum ki; belki de bana acıyorlardır.
çok da fifisantik.
her ne ise bu 7,8'lik zelzele sürecinde, 32 saatimi midesel bulantı ile geçirmiş biri olarak bazılarınızla hiiiç uğraşamayacağım.
siz diye bahsettiğim; insan ırkı.
bazılarınızdan kastım; sinir katsayımızı durduk yere artıranlar.
ayrıca üzerine alınmak isteyeni tutmuyoruz.
biz diye bahsettiğim; ben ve sevdiklerim.
hepinizi öperim!
28 Ekim 2009 Çarşamba
before we get too old!
bu dünya güzeli çantacık ve para kesesini banyosuyu benim için yapmış.
kasetin mika'nın life in cartoon motion'u olması ve üzerinde yazan HGB tesadüf değil.. (hgb tesadüf mü yoksa)
ama benim blog aracılığıyla, bu kadar şeker, tatlı, ben ne düşünsem aynını düşünen blogsoulmate'imi bulmam kesinlikle tesadüf..
ayrıca kesenin içinden ondan yüzsüzlükle istediğim vefakat zaten onun da bana göndermeyi planladığı (muhtemelen beni bozmamak adına böyle dedi) lego kelebek broş çıktı.
sabah sabah mutluluklara gark oldum.
insanın hiç tanımadığı/görmediği birini böyle sevebilitesi internetin bir lütfu mudur ki?
öyle değilse bile banyosuyu'nun çok latif olduğu kesin.
thank&love u!
öperins!
23 Ekim 2009 Cuma
metalci misin, asitçi mi?
21 Ekim 2009 Çarşamba
acayip?!?
20 Ekim 2009 Salı
G FlashForward*
19 Ekim 2009 Pazartesi
halet-i ruhiyye.
14 Ekim 2009 Çarşamba
pms'teyim..
hatta bulduğum görseli de çok beğendim,
şimdi konuya girebilirim..
bundan sonra bir takım yazılarımla pms'te olacağım..
bak hatta bu klişe cümleyi yazarken bile inanılmaz mutlu oldum.
birazdan da oturur ağlarım..
ne de olsa pms'teyim..
ahahahahha ya da ühühühühüh.
kork benden pms, kork!
hatta bana kısaca alle de.
öperins!
9 Ekim 2009 Cuma
dialog
y: evet.
x: hani gök gürler ya arkasından.
y: hıhım.
x: hani şimşekler çakar peşinden..
y: ee?
x: işte öyle bir şeyy..
y: çok izahtan vareste oldu gerçekten!!''+'^'^%&
200
7 Ekim 2009 Çarşamba
karanlıktakiler a.k.a annem ve ben!
6 Ekim 2009 Salı
laterna magica*
ama neresinden girip neresinden çıkacağımı bilemediğim için konuyu daraltıp ankara halkının alışkanlıklarına da indirgeyebilirim.
ankaralılar parkta oturmayı sever, günün herhangi bir saati genç/yaşlı parkta oturan onlarca insan görürsünüz ankara'da.
ankaralılar sinema sever.
kim sevmez mi dediniz?
anladığınız anlamda sinemadan bahsetmiyorum, yapısal olarak sinema söylediğim.
ankaralılar olarak alışveriş merkezlerine hapsedilmiş sinema tutkumuz, geçmişe özlem duyuyor.
en azından benim ve çevremdekilerin öyle. öyle de olmalı!
çocukluk/gençliğe giriş yıllarımıza renk katmış; alışveriş arasında değil de gerçekten film izlemek için gittiğimiz akün, kavaklıdere, batı, on, derya sinemalarından hiçbiri artık yok.
bu konuyu daha önce değindim mi bilmiyorum.
beni o kadar çok üzen bir husus ki, yüz kere söylesem bıkmam her halde.
bu yüzden tekrardan kaçınmıyorum.
kızılay'a sıkışmış, kızılay'ın keşmekeşine kurban olmuş metropol/megapol/mithatpaşa sinemalarını saymazsak eskiye dair tek sinema salonumuz bahçelievler/büyülüfener sanıyorum.
büyülüfener sineması 1996 yılında açılmış, ismi de açılan bir yarışma sonucu belirlenmiş.
slayt projektörlerinin atası olan "büyülü fener" ismini seçen odtü'lü bir öğrenci yarışmayı kazanarak ömür boyu bedava bilet ödülü kazanmış.
hala gidiyor mudur acaba, kim bilir?
büyülüfener'i hem evime çok yakın olduğu hem de alışveriş merkezinde değil de gerçek sinema binasında film izlemek adına tercih ediyorum.
bahçelievler'in kendine özgü minik apartmanlarının arasında gizlice kamufle olmuş, şaşaa ve gösterişten uzak kendi halinde bir sinema.
izlediğiniz film, kafanızı karıştırmış ve düşünmeye ihtiyaç duyduysanız,
büyülü fener, bahçelinin ara sokaklarında dilediğinizce dolaşıp istediğiniz kadar düşünemenize imkan sağlayacak konumda.
koltukları ve salonları süper konforlu olmasa da, geçmişten kalan her şey gibi büyülü fener de benim için çok değerli.
bugün çağan ırmak/karanlıktakiler izlemek için orda olacağım.
ıssız adam torpiliyle, karanlıktakileri büyük salonda izleyeceğime eminim.
sizi de büyülüfener'e beklerim.
öperins!
*büyülü fener
5 Ekim 2009 Pazartesi
şehir merkezi (centrum)*
aslında oraya memleket de denilebiliniyor ancak hiçbir zaman memleketimde ikamet etmediğim ve oraya ait bağımın sadece aile büyükleri ile sınırlı olması nedeniyle memlekete gittim tabirini kullanmayı tercih etmiyorum.
kız kardeşimin beden eğitimi öğretmeni olduğunu ve annemlerin de "ona bakmak için" görev yerine çok yakın olan büyükbabamın evine taşındıklarını size söylememiştim sanıyorum.
ailesel olarak 1 yılı aşkın bir süredir "pastoral" bir hayat yaşıyorlar.
kent hayatından sıkılıp, temiz hava bol yeşil bir hayatta inzivaya çekildiklerini söylemek çok entel kaçabilir, zaten asıl saikleri de bu değildi.
ee onlar gidince ben de ankara'da bir nevi gurbette kaldım.
yüksek yüksek tepeler şarkısı bünyemde vuku bulmaya başlamıştı ki daha fazla geç kalıp annemi yelkene bindirme fantezisine kapılmadan yola çıkma kararı aldık.
doğanhisar, konya'nın pek bilinmeyen ilçelerinden.
konumu itibariyle de sapa olduğundan, ılgın ile akşehir'in arasında kalmasına rağmen pek bilinmiyor.
zaten doğa koşulları olarak da pek konya/iç anadolu kenti değil.
bizim bahçede fındık yetişiyor, o kadarını söyleyeyim.
3 katlı bahçemizde 2 gün boyunca gerçek farmvillecilik oynadım.
farmville'in de kapanması beni teğet geçti yani.
elma, barbunya, domates, biber, mısır, ceviz topladım.
bu arada taze ceviz hayatımda yediğim en güzel şeylerden biri ve kesinlikle bağımlılık yapıyor.
her güzel şeyin bir bedeli olduğundan, eldiven giymenize rağmen elinizin kapkara olmasını göze alabiliyorsanız yemeden durmanız mümkün değil.
ben çatlayana kadar yedim, anneler ne günler için :))
hayatımda ilk kez bir mantar çiftliği gördüm.
mantarlar o kadar güzel, beyaz ve yumuşaktılar ki dokunmaktan kendimi alamadım.
uçurtma uçurdum, çeşmeden su içtim, ne giysem tasasından uzak tüm salaşlığımla, anne evinde olmanın sorumsuzluğuyla huzur buldum.
neticeten bol temiz havalı, yeşilli, beyazlı, cevizli, bir haftasonu geçirdim.
ayrılırken annemin ve babamın gözlerine bakmamaya çalıştım.
26 yıl (üniversite de dahil) beraber yaşadıktan sonra ayrılmak cidden çok zor oluyor.
gurbet kuşu oldum bu yaştan sonra.
ayrıca şu an oksijen zehirlenmesi yaşıyorum, temiz hava beni acayip çarpmış.
sabahtan beri ölü gibiyim, dudaklarım da inanılmaz derecede çatlamış durumda.
ee o kadar pastoral yazdım, yazımı da cahit külebi'den hikaye şiiriyle noktalamak isterdim ama münasip olmaz.
ben evde cihan'a okurum onu.
öPERİNS!
*yol boyunca o kadar çok gördüm ki bu yazıyı, seyahat yazıma başlık olmazsa ayıp olurdu.
2 Ekim 2009 Cuma
eh barış abi aşkolsun!
the one
çok karışık gibi görünebilir ama alışınca gayet basit.
1 Ekim 2009 Perşembe
deli deyip geçme.
adını bilmiyorum, hoş bir adı olduğunu bile sanmıyorum.
biz ona yıllardır "deli" diyoruz.
sahibi orta yaşı biraz geçmiş, açıkçası kendinden de biraz geçmiş biri.
anlattığına göre, 30 senedir tokacıymış ve ankara'daki ilk 3 tokacıdan biriymiş.
karum açılınca işleri kötü olmuş.
dükkanın en sevdiğim yönü-ucuz olmasından sonra tabi- dağınık olması.
her şey ama her şey üst üste, tokalar bir yanda, küpeler alakasızca dizilmiş.
dükkanın bu haline her gidişimde anlamsızca gülüyorum..
dün tunalı'da işim vardı, ne zamandır uğramıyorum şu deliye bir gideyim dedim.
dükkanı karşıya taşımış, büyütmüş; ama hala aynı keşmekeş.
sahibinin bir özelliği de anında değerlendirme yapıp sana fikir vermesi.
ben öyle bakarken, bir kıza "bak bu tokayı al, sana çok iyi gider" dedi.
kız da bayıldı tabi, ben de içimden "fakşit, beni beğenmedi" dedim.
sonra kız yanındakiyle gülüşerek ve herkesin ve hatta delinin duyabileceği sesle "deli ama zevkli ahahahah" demesin mi?
sanki adama yıllardır deli diyen ben değilmişim gibi öyle bir sinirlendim ki az kalsın dönüp kavga edecektim.
tabi ki etmedimmm, aldıklarımın parasını ödedim ve çıktım.
deli'nin beni kazıklayıp fazla para aldığını ise çok sonra farkettim..
bu da böyle bi anı olsun.
ahahahah.
hoş kalın, öperins!
30 Eylül 2009 Çarşamba
kızıla boyalı saçlar aranıyor
28 Eylül 2009 Pazartesi
26 Eylül 2009 Cumartesi
yeni yayın dönemi
hoop hey!*
voleybolu, özellikle de bayan voleybolunu izlemeye bayılıyorum. yurdum erkeklerinin çoğunun da aynı görüşte olduğuna eminim. sırf et izlemek için salona giden ayılar biliyorum yahu.
her ne ise polonya'da avrupa şampiyonası başladı. (polonya bu sene avrupa şampiyonası resmi ülkesi mi acaba?) maçların gündüz olması sorun oluştursa da, sonuçları öğrenmediğim sürece akşamki tekrarlarını izlemekte de bir sakınca yok. milli takımın ilk maçı dün fransa ileydi. ancak dün fransa'nın oynadığı ne idi anlayamadım. :O plajda her voleybol topunu eline alanın filenin etrafında toplanması hesabı fransa, çember oluşup topa pıt pıt vurmuş kızları tutmuş da getirmiş gibiydi. ben daha önce hiçbir maçta servisten bu kadar sayı kazanıldığını görmemiştim. neticeten oldukça sıkıcı bir maç oldu.
filenin sultanları (ahahahah iğrencim) bugün 16.00'da italya ile, yarın da almanya ile oynayacak. ilk maç çok tırt olduğundan, takımın performansı konusunda bir yorumda bulunamıyorum. ama italya'nın son şampiyon olduğunu hatırlamak/hatırlatmak isterim..
o değil de ben neden böyle bir yazı yazdım yahu. ne alaka şimdi? neyse öperins!
*filenin sultanlarının sayı alınca söyledikleri sevinç ünlemi. bunu uzun süre "ohhh bee" diye anlamıştım.
fotoş: ntvspor
25 Eylül 2009 Cuma
oh my blog!
izleyicisi çoktan 10.000 kişi olmuşmuş da beklemeliymişim.
yok artık ibrahim kutluay!
esra erollaştıramadıklarınızdan mıyım?
24 Eylül 2009 Perşembe
buket list
1000 günde 5 çocuk doğurdum, 16 yaş yaşlandım, başyargıç oldum, bilimsel bir atılım gerçekleştirdim, evlendim, 10 nikah kıydım, bir kabilenin şefi oldum, 1000lerce yargı hükmü verdim, cadılar bayramını kutladım, albüm çıkardım, klip çektim, 10.000 kişiye konser verdim, grubum radyo listesinde ilk 40'a girdi, şirket açtım, zombi öldürdüm, çektiğim bir fotoğraf yayınlandı, dünya turunu tamamladım, yeni yılı kutladım, sevdiğim kişiyle birlikte oldum, ölüler diyarını ziyaret ettim.
ne çok boş vaktim varmış meğerse!
23 Eylül 2009 Çarşamba
yine gel!
umarsızca keşke hep yaz olsa, dert olmasa derken..
18 Eylül 2009 Cuma
kazanalar yalnızdır
eskiden çok okunuyordu, sonra yazdığı konular birbirini tekrar etmeye başladı,
eski popüleritesini kaybetti.
buna rağmen yazdıklarının büyük çoğunluğunu okudum.
en son yazdığını okuduğumda tamam artık bir daha okumam demiştim.
sonra facebookta arkadaş olarak ekledim.
ekledim ama pişman oldum.
durmaksızın bir şeyler yazıyor, kendince tartışma konuları açıyor ve duvarımı meşgul ediyor.
bununla da kalmıyor yazdıkları hakkında millete yorum yaptırıyor.
bloggerda da durum farksız,
bir günde ard arda 5-10 post yazabilme kapasitesi var.
çoğu fikir sorma amaçlı.
ama iyi niyetli olduğunu bildiğimden, yaşına ve mazisine hürmeten her iki yerden de silmedim.
vefakat ciddi anlamda baygınlık vermişti.
şimdilerde öğrendim ki yeni bir şey yazmış.
doğrusu yazdığını biliyordum da türkçe'ye çevrildiğini yeni öğrendim.
sana bir şans daha vereyim mi paulo, ne dersin?
şakire dudu
shakira versus nelly
öncelikle söyleyeyim böyle bir karşılaştırmayı müzik otoritemle değil, iki bayanın da latin kökenli olmasından aldığım ilhamla yapıyorum. zaten müzik tarzı olarak da ikisini karşılaştırmak ne kadar doğru olur bilemiyorum.
malumunuz her iki şarkıcı da yeni şarkılarıyla arz-ı endam ettiler/etmekteler. nelly furtado'dan manos al aire'yi dinlerken ne kadar zevk alıyorsam shakira she wolf dedikçe o kadar müzik zevkim rencide oluyor. klipçi değil radyocu biri olduğum için görselliği bir yana bırakarak duyduğumu değerlendiriyorum ve olmamış shakira diyorum, OLMAMIŞ! hele o ulumalar nedir yahu. asena mısın kızım sen?
ayrıca shakira inglizce söylemesine rağmen, nelly'nin ispanyolca şarkısında anladığım kelime sayısı daha fazla. dünyada bu kadar ingilizce şarkı söyleyen varken bu zavallı kızcağız neden kendi dilinde söylememekte ısrar ediyor anlamış değilim. hayır urduca da konuşmuyorsun, dilin dünyada en çok konuşulan ikinci dil. biri shakira'ya ispanyolca şarkılara ağırlık vermesini salık versin.
latin deyince aklıma geldi. ricky martin'e ne oldu ayol?