30 Aralık 2010 Perşembe

borcum borç ama..

geçen haftadan beri devlete yaklaşık 10.000TL borcum olduğunu öğrendim, iyi mi?
ssk'dan bağ-kur'a geçişimi yapan devlet bunu bana bildirme gereği duymadığından, primlerimi ödememe rağmen 2 yıllık birikmiş prim borcum görünüyordu.
dekontları sundum, onu hallettik.
e-devlet şifremi bugün aldım, öyle bakınırken arabaya bakayım dedim.
ne göreyim, vergi dairesi arabamın üzerine haciz koymuş; oraya da vergi borcum varmış meğerse.
vergi yüzsüzleri listesine sokacaklar utanmasalar.
vergi dairesinin bana daha fazla borcu var ama belge eksikliğinden mahsup edilemiyormuş.
onu da halletti muhasebecim.
allahtan hakkımda açılmış bir davaya falan rastlamadım.
o da olsa tam olacağdı.
borç batağındayım, acil yardım!!
öperins!

29 Aralık 2010 Çarşamba

müjde; sahalara geri dönüyorum!


bugün itibariyle ankara barosu bayan basketbol takımına başvurumu yapmış bulunmaktayım.
evli ve çocuklu olup basketbol takımında top koşturma fikri biraz acayip geliyor, ben de farkındayım.
ama misal evli ve çocuklu olmama rağmen sürdüğüm yeşil ojelerimi yadırgayanlar da var.
ee ne yapayım yani, çocuk doğurdum diye mürebbiye mi olayım?
fotoğrafı görüp basketbol oynamaya beyaz gölge'den esinlenerek başladığımı sanmayın.
çocuk doğursak da o kadar yaşlı değiliz,tevellüt 82.
asker çocuğu olmanın doğal sonucu olarak, her türlü spordan az buçuk anlıyorum.
zira biz; bir potada 10 kişi şut atar, 20 kişi yuvarlak olur voleybol oynar, masa tenisini çerezden sayar, tenisi tam beceremesek de muhakkak tenis raketi edinir, bedava kondisyon salonlarında aletten alete koşardık.
bu sebeple üniversitede basketbol takımına girmem zor olmadı.
5 sene oynadığımdan, 2 gümüş, 2 bronz madalyam olduğundan bahsetmiştim zaten sanırım.
hatta seyircinin sevgilisi olduğumdan, ve hatta 3'lü çektirdiğimden ama nankör bir seyircinin bir sonraki maçta bana "rolls royce 7" diye bağırdığından da.
işte o günlerin hevesiyle baronun basketbol takımına adımı yazdırdım.
içimden bir his çok pis şişeceğimi söylüyor.
allaam sen beni rezil olmaktan koru, amin.
öperins!

28 Aralık 2010 Salı

ankarævents

ankarævents ankaralı bloggerlarla tanışmak istiyor(muş).
ben "hay hay" dedim.
uzun zamandır hay hay'ı cümle içinde kullanasım vardı, güzel vesile oldu.
sosyal açılımlar yapmak sadece sizin işiniz değil sevgili istanbullular ve izmirliler.
biz de bürokratik eylemlerimizden vakit bulunca gayet de güzel sosyalleşebiliyoruz.
ve sen ankaralı bloggermate'im, ankaralı'nın gücünü göstermek için ben de varım diyorsan, buyur pliş.
http://www.ankaraevents.com/blog-yazarlari/
bu arada organizasyonun içeriği hakkında hiçbir fikrim yok.
bekleyip göreceğiz.
öperins!

17 Aralık 2010 Cuma

Çin Mali ho!

hanginizin gözü kaldı çabuk söyleyin? vallahi dövmeyeceğim ya! klasik topuk çevirme ekinligim sırasında Lovelyshoes The favorite in topuğu caaat diye kopuverdi. cakilabilecek bir şey gibi göründüğünden is yerindeki (nalburiyede çalışıyorum evet) cekicle vurdum. ama adamlar nasıl bir teknoloji ile yaptilarsa girmedi namussuz! allahtan ofiste yedek ayakkabım var da eve topallayarak gitmek zorunda kalmayacağım. ayakkabıcı da ayakkabıyı yapamam dersee yaktım ciranizi! operins!


13 Aralık 2010 Pazartesi

diyare diary

her ne kadar bebeğe rağmen gezerim tozarım desem de kazın ayağı her zaman öyle değil.
inception'dan beri bir filmi sinema perdesinde görmememiştim misal.
çarşamba günü, annemin yatılı mürebbiyelik görevine soyunmasını da fırsat bilerek bir yerden başlayalım diye av mevsimi'ne gittik.
aslında film üzerine de yazarım ama burda yazılmışı var.
porco rosso tam diyeceklerimi demiş; Ortalama bir polisiye filmi. Tek farkı türk yapımı. Çok şey beklememek lazım heralde polisiyelerden. Ya da Türklerden.
o yüzden yazarak vakit kaybetmeyeyim.
her ne ise efendim o akşamın gecesinde berbat bir mide ağrısıyla uyandım.
rennie içtim geçeceğini umarak, boşa çabalamışım.
çoğunuzun twitterda görüp bir geçmiş olsun demediği üzere rota virüs kapmışım.
genelde bebeklerde olan bu söylemesayip ishal virüsüne karşı oğlanı aşılatmıştık.
ama bebek gibi kız olduğum gerçeğini gözden kaçırmışız.
bu gözden kaçırma bana yatakta geçen bir perşembe-cumaya maloldu.
hayatımda ilk kez rapor aldım. hem de 3 gün.
şu an iyiyim. gibi.
ayaklarımda bir soğuma başladı.
ölüyor muyum ne?
ay bu arada bi de beynimin içine hayde söyleyen cem yılmaz kaçtı.
tam kovuyorum, rahatlıyorum; zaart ordan bi haber bülteni, bi magazin programı "çiktum çami budadum" sonra ardı arkası kesilmeyen bir beyin içi şarkı söyleme seansı.
ben bekliyorum zaten yakında biri bu türküyü söylerken kafayı yer.
kesin yer kesin!
hadi öperins!

6 Aralık 2010 Pazartesi

sosyal mesaj kaygısı.

sabah işe gelirken cihan'a şu konuda yazacağım bugün dedim.
biraz ağır kaçmaz mı senin bloğa, sonuçta senin bloğun günü geçirmelik, eğlencelik yazılardan oluşuyor dedi.
bozuldum.
blog elbetteki benim hayat tarzımı, duruşumu, giyinişimi, konuşuşumu, koşuşumu, kuşuşuşuşumu yansıtıyor.
ama laylaylom bir imaj çiziyorsam çok üzülürüm.
zira takım tutumuyorum ve politikayla ilgilenmiyorum diyen insanlardan genelde haz etmem.
söz meclisten dışarı ama aşırı alınganlarınız alınabilir de.
insanın hayatta ucundan tuttuğu bir tarafı, bir duruşu olmalı.
apolitik olmayı zaten kabul etmiyorum da, futbolun bu denli etkili olduğu bir ülkede yaşıyorken -en azından- renkleri uğruna bir takım sevmeli, yalan da olsa maçları takip etmeli insan.
ben siyah-beyazı fazla seviyorum belki ama bu denli bir aşk değil karşı taraftan beklediğim.
sözde de olsa bir gönül bağı.
bu konuda önceden de yazmıştım gibi geldi.
neyse sorun değil, şimdi bloğuma ağır gelecek konuya geçelim.
sabah kanal d'ye geçince tüm muhalefeti ortadan kaybolan irfan değirmenci'yi izliyorduk.
beşiktaş-bursa maçı olaylarını akabinde de guti'nin lüks otomobiliyle yaptığı kazayı, yüksek promille yakalandığını ve serbest kaldığını yayınladılar.
durum çok trajik geldi.
kimin için ne için kavga edip adam kesiyorsun?
yanlış anlaşılmasın guti canımız ama taraftarın da holigan olmadan önce biraz düşünmesi gerek.
futbolcu takımı için çıkar sahaya futbolunu oynar, sen adam doğrarsın.
maçtan sonra eğlenmeye gider, sen nezarathaneye gidersin.
içkisini içer sen çilesini çekersin.
sen gün sayarsın, o parasını.
o yüzden aferim sana, aynen böyle devam et!

3 Aralık 2010 Cuma

sözüm söz demiştim!

tamam lovelyshoesları (çoğulun çoğulu) çok merak ettiniz biliyorum.
siprariş vermek için sabırsızlanıyorsunuz.
ama çemkirmeden önce benim 5,5 aylık bir bebek annesi ve cumartesi dahi çalışan tam zamanlı avukat olduğumu hatırlayınız rica ediciim.
hatırlayıp, deli gibi pişman olduysanız şimdi konumuza geçebiliriz.



ayakkabıları ne zaman sipariş verdiğimi ve ne zaman geldiğini hatırlamıyorum ama tahmini 15-20 günde elimdelerdi. ödemeyi paypal ile yaptım, kargo ems denilen çin kargosuydu. paketi gördüğümde 4 ayakakbının bunun içine nasıl sığdığına acayip şaşırdım, 4 fil ve bir fiat 500 düşünün anlamak için. önceki postumdan hatırlayacağınız düz beyaz -ki benim favorimdi- stokta olmadığından gelemedi. paramı iade edeceklerini söylemişlerdi bak unutum, bu kadar ekabir olmamalıyım.



ayakkabılara dair ilk söyleyeceğim şey malzemeye ilişkin ama kesinlikle hayal kırıklığı değil. namussuzlar nasıl bir malzeme kullandılarsa ayakkabılar geldiğinde bir kaç saat aynı odada kalınca kafa yaptılar. çok acayip bir şey kokuyor, ee tabi ki benim gibi köpek burunlu birinin bundan etkilenmemesi olanaksız. onun dışında kalite tam beklediğim gibi, çok kötü değil çok iyi de değil tabii ki.
ben normalde 37-38 giyiyorum. hepsini çin numarasına göre, ki avrupa standardı 38 oluyor, 39 istedim. bot hariç hepsi oldu. bot ise biraz büyük duruyor. ne alakaysa bot ayağımdayken ayağıma bakınca travesti ayağı görüyorum.
benim en sevdiğim bu bot oldu, her ne kadar büyük olsada. malzemesi gayet kaliteli görünüyor. içini neyle kapladılarsa ayağım fırın gibi. platform olduğundan topuğu da hiç yokmuş hissi uyandırıyor. oldukça tavsiye edilesi yani. ama dediğim gibi kalıbı büyük. numaranız neyse onu alın.

çoğunuzun favorisi fiyonklu ayakabı; topuğu ahşap rengi çıkması haricinde beni şaşırtmadı. ha biraz da yüksek topuk ama bu da platform. so sorun yok. bunu giydim. durun hatta onun fotosunu da koyayım.

güzel yani, her türlü gideri var.


siparişin flaş ismi! evirdim çevirdim günlük ve işsel yaşamda bunu nasıl giyerim bulamadım. zaten cihan da anca akşam bir yere giderken giyebilrisin bunu dedi. hızlı gece yaşantımda(!) eksik olan parça da tamamlanmış oldu yani. ankara için fazla iddialı sanki ama yine de görüşlerinizi bekliyorum değişik kombinler için.


bu da siparişimizin en sıradanı. 2 kere giydim. yürürken toğuğu kırılacakmış hissiyatı doğuruyor. zaten ikinci giyişte içindeki leopra desenli "polar" astar yüzünden ayağım mahvoldu. çok fazla dolaşmayacaksanız, hanım hanım oturacaksanız giyin bunu. ayrıca malzemesi en dandik olan da bu. ön dikişleri acayip belirgin beyaz beyaz; hoşuma gitmedi. süet gibi değil de nasıl diyim ya kırçıllı bir kumaşı var. ama güzel ya, giyilesi en azından.

İşte böyle canlarım, gönül rahatlığıyla sipariş verin ama tavsiyem değişik modeller isteyin. misal sıradan düz bir çizme için sipariş vermeye değmez bence. hoş tabi bu benim görüşüm. ama şöyle diyeyim geçen deichmanndan bir ayakkabı aldım, süper! üstelik 39.90TL! yani aşağı yukarı bunlarla aynı fiyata denk geliyor. gözümle görüp aldım hem kafam rahat. bir dahaki siparişim için toplu girişim yapacağım. biraz sabrederseniz sizin için bile organize ederim.
başka sorusu olan? Öperins!

25 Kasım 2010 Perşembe

meraklısına

lovelyshoeslarım geldi.
ön bilgi olarak lovely olduklarını söyleyebilirim.
hayal kırıklığı yok.
beyaz düz pabucun gelmemesi dışında tabi.
onun haricinde, nasıl görünüyorlarsa öyleler.
numaralar cuk, biri biraz büyük oldu yalnız.
akşam çekip koyarım fotoları kendiniz değerlendirirsiniz canlarım.
mucköperins!

24 Kasım 2010 Çarşamba

penceresi cam cama

geçmişe dönüp baktığımda hiçbir öğretmenimi şükranla anamıyorum.
zorlasam 2-3 tane bulurum belki.
bu sebeple sakın kişisel anlaşılmasın ama öğretmenlerimi yılda bir gün değil hiçbir gün hatırlamak istemiyorum.
hoş çok çok kötü anılarım olduğundan değil,
zorlasam 2-3 tane bulurum belki.
ama benim;
rahmetli büyükbabam,
annem,
kız kardeşim,
teyzem,
eniştem,
amcam,
yengem,
1 kuzenim,
2 kuzenim,
3 kuzenim,
4 kuzenim,
5 kuzenim,
6 kuzenim,
ÖĞRETMEN.
sırf onların hatrına, artık aile mesleği olmasının hatrına kutlarım ben bugünü,
bunu okuyan tüm öğretmenlerin de pek tabi.
Öte yandan bugünün şımarıklığı olan "aa neden benim mesleğimin günü yok" cümlesini kuramayacağım zira 5 Niğsan avukatlar günüdür.
siz kutlamazsınız, müvekkillerim ellerinde çiçekler, hediyelerle gelmez ama o gün avukatlar günüdür.
ben bir köşede gizlice ağlarım; beni yılda bir gün bile hatırlamıyorlar diye.
bunu öğrendiğinize göre artık 2011'de bana bir sürpriz yaparsınız, değil mi canlarım?
öperins!

12 Kasım 2010 Cuma

oxford vardı ben de giydim.

bir iphone uygulaması olan instagramda, nora(ajar)nın, hesinin, gutunun ve bilimum kediseverin pisi fotoğrafı yayınlamalarından duyduğum ezikliği her gün ayakkabılarımı çekerek bir nebze de olsa geçirmeye çalışıyorum.
ve fakat ayakkabılarımı çekerken hepsinin oxfordingen ve türevleri olmasını farketmem ne olacak?
vizyonum mu dar nedir?












11 Kasım 2010 Perşembe

keep in mind, we're under the same sky.

eğer siz de;
ilk kiss the rain dinlediğinde billie myers'ı erkek zannedenlerden,
her kiss the rain dinlediğinde içi bi hoş olanlardansanız,
elime mum dikin!

9 Kasım 2010 Salı

dombililer koşun zayıflıyoruz!

insanın böyle dostları olacak gerçekten.
dietle ilgili postum yayınlanır yayınlanmaz burcu abla a.k.a. brajeswari bana bir blog sayfasının linkini attı.
paranı kilona harcama ispanyolca konuş, sen zaten penolope gibi kızsın dedi, ya da böyle bir şeyler.
her neyse mevsimlerden roma bloğunun sahibesi mehtap hanım zayıflatma gibi ulvi bir amaç edinmiş ve bu amaçla bir program başlatıyor.
son katılım 13 kasım.
ben hemen boyumu, yaşımı, kilomu, endeks kondeks her şeyimi tüm samimiyetimle yazdım.
gizlim saklım yok bilirsiniz.
düzen karşıtı bir bünyeyle nereye kadar bu programı ilerletirim bilemiyorum ama her zamanki gibi çok feci gaza geldim.
ilgilenenler için lingo lingo şişeler
öperins tontiş yanaklarınızdan!

iki haftadır diyetteyim ve kaybettiğim tek şey iki hafta*

*totie fields


doğum sonrası, hamilelikte aldığım 13 kilonun 10'unu vermiş olmam çok süper bir olay gibi görünse de hamileliğe girişte de hatrı sayılır bir kiloda olduğumdan zayıf insan kategorisine giremedim henüz.
hoş hayatım boyunca da giremedim zaten.
en son bir başıma italya'ya gittiğimde ilk hafta yeme içmeden kesilip 57 kiloya düştüğümde sene 2005'ti.
6 ay sonunda -o kadar makarna da yememe rağmen- 58 kiloyla yurda dönüş yapmıştım.
o günden sonra da baskülü 60'ın altında görmedim maalesef.
istesem 4-5 kilo veririm ama bu sefer gerçekten zayıflamak istediğim için diyetisyene gitmeye karar verdim.
diyetisyene gitmeye karar verdiğimden beri nizasız ve fasılasız yiyorum.
param boşa gitmesin diye yapıyorum bunu, yoksa 5-6 kiloyu her diyetisyen verdirir.
benim üzerimde çalışmalı, bana değer verip önemsemeli.
ekmeğin aslanın ağzında olduğu şu devirde kolay para kazanmaca yok.
iradeli ve kararlı diyetisyene gitme kararımdan beni tek vazgeçirebilecek kişi christina.



monica'nın alıştırdığı etli butlu kadın motifi, christina hendricks ile en top seviyelerine varmak üzere.yapılan güncel araştırmalar (erkek dergilerinin gerzek anketlerinden bahsediyorum pek tabi) dünya üzerindeki en seksi kadının christina olduğu yönünde.

şimdi ben zayıflar da, balık etli kadınlar moda olursa kaybolan yıllarıma yanarım çok fena, diyetisyene saçtığım paralar da cabası. ne yapsam karar veremiyorum. diyetisyene gitmezsem o parayla ispanyolca kursuna gideceğim.

balık etli olup ispanyolca konuşmak mı? zayıf olup penolope cruz'un her giydiğini giyebilmek mi? dilemma, dilemma, dilemma!

öperins!

8 Kasım 2010 Pazartesi

sübhanallah kardeş ibretliğim vallahi.

evde ayakkabı koyacak yer kalmadı.
ayakkabıya ayrılacak bir odamız da mevcut değil maalesef.
hal böyle iken lovelyshoes'a girmek benim neyime.
hadi girdin 5 ayakkabı alınır mı?
buzdolabını boşaltıp bunları koyacağım artık.
kalite yönünden fazla bir beklentim yok.
hepsine 175 tl gibi bir para ödedim neticede.
internette de mini bir araştırma yaptım, bazıları çok güzel çıkabildiği gibi bazıları da oldukça tırt olabiliyormuş.
çin malı diyoruz ama geçen nine west'de bir bot beğendim ki kendisi şu aşağıdaki siyahın bir değişiği idi, 249 tl olduğu yetmezmiş gibi bir de kocaman made in PRC yazıyor üzerinde.
anlayacağınız minik de olsa bir umut var içimde vuslata dair.
ayakkabılar gelince hepsini tek tek çekip size tekrar gösteririm, ibret alın diye.
böyle de bi salağım.
haydin ballar öperins!






5 Kasım 2010 Cuma

linkin link

vintage peony'ciğimin bu postuna, akabindeki linke ve en çok da bu audrey'ye bayıldım.

freaks and geeks


bu nerd gözlüğü bir daha takmayacakmışım.
m(me) tvdeki kliplerde saçları dağınık, yanakları çizik çizik, yanaklarından kanlar akan kadınlar takıyormuş bunu.
bana yakışmamış.
diyor sevgili patronum.
ahahahah tabi ki takacağım.
o adliyedeki nerd benim.
muckss!

4 Kasım 2010 Perşembe

aduuu!


hay allaam yarabbim!
tamam bana biraz fazla verdin belki ondandır bu sinirlenmelerim ama neden bir takım kendini bilmezlere bu denli cimri davrandın?
özümde sinirli bir insanım biliyorsunuz ama dışımdan çok iyi bir insanımdır.
mümkün mertebe kimseyi kırmamaya çalışıyorum.
yaptıklarına,yazdıklarına değer veriyorum,bazen yalandan da olsa.
ama sanki bunları ben yapmıyormuşum gibi evrenle derin bir imtihan içindeyim.
herkes sidikleriyle padoktaki yerini almış.
yüksek egom sayesinde, alaycı bir gülümsemeyle fazla önemsemesem de yine de rahatsız oluyorum.
oturup bir de yazı yazıyorum, terkedilen sevgilinin ardından şarkı yazar gibi;"seni unuttum, önemsemiyorum" temalı.
ee madem unuttun,o zaman neden şarkı yazıyorsun adama demezler mi adama.
derleeer!
aman ne derlerse desinler.
öperins!

keeet!

2 Kasım 2010 Salı

bloggera göre 243 izleyicim var.
google analytics 70-80 kişinin beni okuduğunu söylüyor.
yorumlara bakarsan taş çatlasın 10 kişi.
istatistik?



procrastinate now, dont put it off!*

bugünü bir yere not etmem lazım.
zira yıllardır teşhisini koyamadığım rahatsızlığımı bugün buldum.
öğrencilik hayatımda, çok istememe rağmen bir türlü oturup ders çalışamamam sorunu ruhumda derin yaralar açtı.
tembellik değildi bu.
zira içimde bir çalışma coşkusuyla masaya oturmam saçlarımı bigudilerken kendimi bulmamla son buluyordu.
zeki ama çalışmıyor çocuklarından değil de zeki ama aptal çocuklardan sayıyordum kendimi.
aptaldım çünkü kabiliyetlerimi doğru yere ve yöne yönlendirecek akla sahip değildim.
iş hayatına atılınca bu sefer de yazmam gereken dilekçeyi son güne kadar bekletmem ama sürekli onu yazmak için hayaller kurmam şeklinde tezahür etti bu aptallık.
peki ya 2003 senesinde başladığım master tezini sene 2010 olduğu halde hala yazamıyor oluşum?
evde de aynı terane, giysi dolabını büyük bir şevkle toplamak için yola çıkıp, kendini kıyafet denerken bulan ben, özensizce geri dolaba tıkılan kıyafetler.
son zamanlarda bu durum işimi etkilemeye başlayınca ciddi ciddi araştırma yapayım dedim.
dikkat bozukluğu, konsantrasyon eksikliği derken internet beni doğru tanıya ulaştırdı; procrastination!
28 yıllık ömrü hayatımda bu kelimeyi ve kavramı yeni duyduğum için ne kadar mahçup olduğumu tahmin edersiniz.
etimolojik olarak bakıldığında procrastination cras -pek tabii ki latincede- yarın, pro da yanlısı olduğundan yarınlara bırakma sevdalısı olarak tanımlanabiliyor.
procrastinatörler asla tembel olarak tanımlanamıyor zira sürekli bir eylem halindeler.

ekşi'de little red riding hood şu şekilde izah etmiş durumu;
"tez yazmam gereken zamani bilgisayardaki dosyalarimi duzenlemek, bulasik makinesini bosaltmak, kek-borek yapmak, camasirlari yerlestirmek, internetten dizi izlemek gibi eylemlerle gecirmemin afili adi. hayir tez yokken de boyleydim ben. is hayatimda, ozel hayatimda, hatta hobilerimde bile. bir isi yapmaya baslardim. onu yaparken baska seyleri de aradan cikarirdim. esas is geri plana atilmis demezdim, ayni zamanda bissuru is bitirdim diye sevinirdim. oda mi toplanacak? yataktan basla, sonra dolaba yonel. aaa o sirada sehpada fotograflari gor, hoop yataga oturup fotograf bakmaya basla. sonra onlari albume dizmeye karar ver. uzun surecegini dusunup vazgec ama bu arada ortaya sacilmis aksesuarlari toparla, kutulara koy. o arada bir arkadasin hediyesi yuzugu gor, arkadasi ozle, git onu ara. sonra odaya don. kirlileri banyoya goturdugunde lavaboyu ovmaya niyetlen. onu yapmak icin deterjani alirken..... offf daha gider bu. oysa butun bu saykallanmalar boyunca, bir kere bile gecikmedim. hayatimin her doneminde yetismesi gereken bir sey, yetismesi gereken zamanda yetisti. halbuki cok onceden bitirilip, aksilik cikabilir korkusu olmadan, kafa rahat diger ugraslarla ilgilenilebilirdi. (misal yuksek lisans tezimi teslim etmem gereken gunun sabahi saat 5'te basmaya basladim. elektrik kesilir, yazici bozulur diye dusunmedim.) kendimi hep "stres altinda daha verimli calisiyorum" gorusune inandirdim. simdi ise "zaman baskisi olmasa aslinda cok rahat ederdim" diyorum. yaman celiski... bir yandan da beynimin kivrimlari arasinda "cekirge bir sicrar, iki sicrar..." deyisi vinlamakta. herkesin planli, duzenli, titiz, hizli diye tanidigi biri olarak su gunlerde cektiklerimi anlatmam mumkun degil. bu procrastination yaninda yogun bir ic sikintisi ile dolasiyor. surekli sessiz varligiyla tedirgin ediyor ama merak baki kaliyor: nereye kadar? "
bu silsileyi hayatım boyunca o kadar yaşadım ve yaşamaya devam ediyorum ki..
tembel olsan için rahat olur, ama bir procastinatörsen yapmadığın işten dolayı içinin içini yemesi, vicdan azabı insanı öldürüyor.
ama ona rağmen bir yaymacılık, adam sendecilik.
dert bende derman sizde anlayacağınız.
profesyonel tedavi almadan önce size yazayım dedim, belki yardımcı olabilecekler olur.
fix me dude!
öperins!
*ellen degeneres

1 Kasım 2010 Pazartesi

kelebek gibi uçar lafı iyi sokarım

muhammed ali lafı gediğine koymuş.
her yaşın ayrı bir güzelliği olmalı mı?
menapozlu teyzeler taşlı kot giymekten vazgeçmeli mi?
ve artık ben "korkma ben varım"ı bitirsem mi?
öperins!

19 Ekim 2010 Salı

şans musikisi

seni bitirmem için, ankaray-a daha fazla binmem gerekiyooor*

*elbette türkçesini okuyorum, ama bu kapak içerikle daha alakalı olduğundan bu görseli seçtim. iyi yapmışım değil mi? gerçi sen kitabı okumadıysan içerikle kapağın alakasını nerden bileceksin.

16 Ekim 2010 Cumartesi

geceler mi uzadı bu karanlık ne?

daha önce de muhakkak bahsetmişimdir;
bir yaz çocuğu olarak saatlerin geriye alınmasından hep nefret ettim,
nefret etmekle kalmayıp protesto da ettim.
saatlerim hep yaz saatinde kalır benim.
geriye almam, bir saat ilerde yaşarım kışları.
zaten geriye almanın mantığını da anlamam.
daha doğrusu anlamazdım.
evde bir minik olunca, hem de doğası gereği sabahları erken uyanınca "sabahlar olmasın" derken neden bahsettiklerini anladım.
mevsim güz, saat 6 ise sabah değil gece oluyormuş meğerse.
bekle ki güneş doğsun.
bekle ki hava aydınlansın.
bu sebeple ilk defa bu sene saatler geriye alınsın istedim.
hatta o kadar heyecanlanmışım ki geçen cumartesiyi pazara bağlayan gece saatleri geriye aldırdım; fazla uyuyacağımıza sevinerek hem de.
meğerse bu hafta imiş.
bu gece seve seve saatimi geriye alıyorum,
siz de sevinin bu sene geriye alınmasına, en azından benim için.
donsuz geceler diler, öperins!

9 Ekim 2010 Cumartesi

my little toy fun.


yeni oyuncağım.
3g modemle çok güzel bir ikili oluşturdular.
böylece evdeki stabil internet yasağı delindi.
1kg.
çantaya at, çık.
görgüsüz gibi her yerde ortaya çıkar.
pembesini almamak için çok direndim,
ama artık ben bir anneyim bana beyaz yakışır,
ak sütüm gibi.
öperins!

4 Ekim 2010 Pazartesi

alle the mom

başta nesteren olmak üzere, tüm meraklılar için geliyor; alle the mom "moderINN anne"
anne yönümü görmek isteyenlere duygusal, anaç yanımı açıyorum.
bebeğimin en özel anları, kirli bezleri, kakaları, kusmukları sizlerle olacak.
yolu sevgiden geçen herkesi, kayahan abiyle birlikte bekliyoruz bloğa.
öperins!

özlü söz.


ne giydiğime 1000 kişi bakacağına,
ne yazdığımı 200 kişi okusun.
fotoğraf içerikle alakasız olsun,
oh olsun!
öperins!

21 Eylül 2010 Salı

sevgili hırsız lcv.

cumartesi günü ilk aile boyu gezimizi yapmak üzere ankara'nın tarihi ve turistik yerlerinden olan panoradaydık.biraz sonra konu değişeceğinden arada kaynayabilir bahsetmeden edemeyeceğim forever new'den çok güzel bir pardesü aldım. aslında ne varsa almak istedim. krem, pudra rengi kıyafetler, inanılmaz şık takılar, taçlar ve para cüzdanını daha önce almış olduğum güllü çantayla tam anlamıyla güncel zalim olmuş forever new.
bershka, stradivarius için kendimi artık biraz büyük hissettiğimden, aslını söylemek gerekirse çoğu ürünü de pazardan bulduğumdan forever new yeni favorim olmakta zorlanmadı.
bu arada pull&bear'ı tenzih ederim, o benim canım!
işte böyle neşe içinde paraları savururken, sevgili doorstepping sayesinde tanıştığım ve manasızca sürekli nerde olduğumu bildirme hevesi duyduğum foursquare aracılığıyla panorada olduğumu tüm twitter izleyicilerime beyan ettikten kısa bir süre sonra avivaevsigorta adlı kullanıcıdan aynen şu mesaj geldi; "gökçe hanım siz panoradayken ve bunu herkes biliyorken eviniz ne kadar güvende"?
o an filmlerdeki şişko ve gözlüklü gencin ne hissettiğini anladım; ilk önce ben ölecektim.
korku tüm bedenimi sararken gözümün önünden burma bilezikler, i-pad, mac, kasadaki değerli evraklar geçti.
iyi ki bunlara sahip değilim diye derin bir oh çektim, umursamaz tavrımla alışverişe devam ettim.
sevgili aviva, ben umursamadım ama bu nasıl bir reklam, nasıl bir pazarlama stratejisi!
korku toplumu yaratılmak istendiğinin farkına çabuk varmış olacaksınız ki hemen durumu lehinize çevirmişsiniz.
sizi kınıyorum ve laflar hazırladım.
hırsızlar 4squareden beni takip edip evime girerse sorumlusu sizsiniz, yakarım çıranızı!
hadi gidin şimdi, öperins!

kirpiklerimin gölgesi

alıp, başlayıp, yarıda bıraktığım kitapların sayısı sol el parmaklarımın sayısına ulaştığında çözüm olarak yeni bir kitap alıp ona başlıyorum.
aslına bakılırsa kısır bir döngüye dönüşmesi gereken durum, kırılma noktası yapacak kitabın bulunmasıyla çözüme kavuşuyor.
şans müziği, korkma ben varım, istanbul hatırası gibi okumaya ve bitirmeye can attığım ama nedendir bilinmez bir türlü okuyamadığım kitaplarıma beni yeniden kavuştursun diye cumartesi günkü d&r ziyaretimde, daha önce bir pazar ekinde tanıtımını okuduğum şebnem işigüzel-kirpiklerimin gölgesi'ni aldım.
11 yaşında annesini öldüren bir çocuğun hikayesi, yeni anne olmuş ve oğlu tarafından öldürülmemesi için neler yapması gerektiğini merak eden biri için ilginçti.
dün akşam başladım bu iç karartıcı, sarsıcı kitaba.
şebnemcim sen buna roman demişsin ama bu bildiğin balyoz!
45 sayfa okudum ve o kadar üzüldüm ki, kitabı geceleri değil gündüz yolculuklarım sırasında okumaya karar verdim, aksi takdirde kabus görmem içten değil.
ben ki ruhsuz olmaya meyilli biri olarak bu derece etkilendiysem kitaptan, duygusal kişiliklere asla tavsiye etmiyorum.
durduk yere işkence bünyeye zarar.
öte yandan böyle binlerce çocuk olduğu gerçeği ise kitabı unutsam bile unutamayacağım bir husus.
sevgiye muhtaç tüm çocukları, hissetmeleri umuduyla öperins!

18 Eylül 2010 Cumartesi

TGIS!

thanks god its saturday!
ne kadar acıklı değil mi; bir tuvalet kağıdı edasıyla another shitty day'e başlamak, hele ki bu gün cumartesi ise.
bütün aşıklar el ele kol kola cıvıl cıvıl geziyorken, senin ayşegül aldinç'i hatırlaman.
kim bilir kaç ay sonra giyebileceğin çiçekli basma şortunla kapalı alanlara tıkılman.
ne yalan söyleyeyim 3 ay çalışmadıktan sonra cumartesi çalışması o kadar da zoruma gitmedi, ama şimdilik!
mesai saatim biraz daha uzarsa gözyaşlarımla yanınıza döneceğim.
mucu mucu mucks!

13 Eylül 2010 Pazartesi

nascosta

normalde insan 3 ay yazmayınca kafasında bir giriş cümlesi oluşturur, onun üzerine gelişir ve mükemmel bir sonuç yazar değil mi?
evet. normali bu. belki çok düşünmekten belki de hiç düşünmemekten bugün hoşgeldim yazımıza böyle bir giriş yaptım.
en son elim karnımda, karnım burnumda bırakmıştınız beni.
bugün eli burnunda bir oğlan çocuğu ile geri döndüm size.
babası gibi planlı-programlı olacağını şimdiden söylercesine, son yazımda da belirttiğim gibi tam gününde,11 haziranda geldi ali fikret.
büyük adam olsun diye ali fikret koyduk adını.
olur mu olmaz mı bilinmez, çok da önemli değil zaten.
anneliğin mükemmeliyetinden, ne şahane bir duygu olduğundan bahsetmeyeceğim.
zaten bahsedemem kelimeler kifayetsiz kalır.
3 ay boyunca ne yaptığımı, doğum hikayemi de anlatmayacağım.
her şeyin çok kolay ve rahat olduğunu bilin yeter.
tavsiyeme uyup beni twitterdan takip edenler doğuma girene kadar neler yaşadığımı gördüler zaten.
bazıları da radyodan duydu doğurduğumu, canlı yayında.
şanslı olanlar ali fikret'i de gördü, ne şans ama!
şimdi ben, biz ankara'nın sonbaharını bekliyoruz.
yeni heyecanlar yeni yaşanımlarla.
sonbaharla birlikte ben de, bir zerrin tekindor kadını gibi hoş geldim umarım.
öperins!

31 Ağustos 2010 Salı

31 Mayıs 2010 Pazartesi

veda busesi

sayın okuyucu, sevgili blogmates, canım arkadaşlarım ve seni gidi gizli takipçi;
siz bunları okurken ben çok uzaklarda olacağım.
postumu yazıp, koşarak uzaklara kaçacak değilim.
bundan sonra bir daha zor post yazacağım, siz de beni her özlediğinizde dönüp dönüp bu yazıyı okuyacağınızdan uzak olacağım evet.
sanırım analık iznine ayrıldım ben.
ama bunu derken bile canım ofisimde olmam bir ironi değilse nedir?
artık ütopik bir olgu haline gelen tarlada doğurmak fikri, randevulu sezeryan fikrinden daha cazip geldiğinden hala işe geliyor olabilirim içgüdüsel olarak.
içgüdülerime kalsa bir kaç ay daha doğurmam ben gerçi.
düşündükçe bi acayip oluyorum; bir insanın a'dan z'ye sorumluluğu.
beslemesi, yıkaması, yatması, kalkması...
solunca çöpe attığın bir çiçek, fazla yem verdiğinde ölen bir japon balığı değil; bir İNSAN!
ayy aman neyse; düşünmeyelim, akışına bırakalım..
ben şimdi gidiyorum. ne zaman doğuracağım hala belli değil.
belli olsa da "şu gün doktorumuzla meleğimizi kucağımıza almak için sözleştik" tandansında yazılar yazmayacağımdan, sizinle bu son buluşmamız.
bir süre süt, kaka rengi, isilik, pişik, gaz, "trending topics" olacak hayatımda.
becerebilirsem afyonumdan yazarım bir şeyler.
ama becerebileceğimi sanmadığımdan 2 ay gibi bir süre beni twitterdan takip edin derim ben.
sancılarımın 2 dakikada bire indiğini bile tivitleyeceğim, öyle de manyağım ama siz beni böyle sevdiniz değil mi?
ay bak gözlerim doldu.
sizi seven ve daima sevecek olan anneniz aman alle'niz.
öperins!

17 Mayıs 2010 Pazartesi

11 Mayıs 2010 Salı

gerisayım başlasın!

artık üşengeçlikten mi yoksa yapısal elverişsizlikten mi bilemiyorum 8 aydır ne hamileliğimle ne de bebeğimle ilgili açıklayıcı bilgiler yazmadım.
ileride dönüp baktığımda pişman olmamak adına bir kaç şey karalayayım istiyorum ama yine de becerebileceğimi sanmıyorum.
bugün itibariyle şafağa tam 1 ay kaldı.
tabi matematiksel ve takvimsel sonuçlara göre.
bu haftadan itibaren her hafta doktora gitmeye başlayacağım, bu da artık her an 3 kişi olabiliriz anlamına geliyor sannımca.
dünkü muayenede, melek yavrumun 36 haftalık olmasına rağmen 39 haftalık boyutlarında olduğunu öğrendik.
anlayacağınız bir tosun bizi bekliyor, ya da biz bir tosun bekliyoruz.
şu sıralar en çok karşılaştığım iki soru; -çantanı hazırladın mı? -işi ne zaman bırakıyorsun?
çanta falan hazırlamadım henüz,
bu bebiş beni rahatlığa çok alıştırdı, hazırlarııııızzz diyorum soranlara;neticeten 2 gecelik bir çorap.
işi bırakma hususu ise keyfekeder.
kendimi çok iyi hissettiğim için işi şu an bırakmayı da düşünmüyorum.
evde otursam ne yapacağım?! seda sayan izleyeceğime bir işe yararım daha iyi.
hala her gören hamilelik sana çok yakıştı diyor.
ciddi ciddi hemen bir tane daha yapmayı düşünüyorum.
güzellik uğruna çocuk doğuran birini arıyorsanız, o benim.
şaka bir yana hamileliğim boyunca; ne aş erdim, ne midem bulandı, ne ağırlaştım ki şu ana kadar 12 kilo aldım üzerine aldığım iltifatlar da cabası :)))
yani bebiş beni hiç üzmedi, bilakis mutlu etti çokça.
kucağıma alınca neler hissettirecek kim bilir?
doğuma dair ne bir heyecan ne bir korku var içimde..
sadece merak, derin bir merak.
bekleyelim görelim, a.f. bize neler getirecek..
müstakbel anne şevkatiyle öperins!

10 Mayıs 2010 Pazartesi

nesfitsel cevap

biraz önce Nestle'den aldığım telefona göre, Şubat 2010'dan itibaren nesfit üretimi Fransa'da değil Polonya'da yapıldığından tadında değişikilik olabilirmiş.
ancak kalite standardında bir değişiklik yokmuş.
ne demişler; önemli olan kalitesi değil tadı.
kimse böyle bir şey dememiş tabi ama bazen akan dereden su içmek evdeki damacadan su içmekten kat kat keyifli olabilir.
elveda nesfit, elveda vitamin ve demirler..
hoşgeldin ekmek üstü şokella*..
öperins!

*gizli bir nestle hayranlığım var sanıyorum.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

bilinçli tüketici alle.

ben sabahları- yani mesai günlerinin sabahları- uyandığımda pek iştah sahibi değilimdir.
canım bir şey yemek istemez ama evden de aç çıkamayacağım için, en büyük kurtarıcım ve zevkle yediğim şey süt+ sade nesfittir.
merve'nin yazısında bahsettiği ablalar gibi rejim amaçlı yemediğimden bal ve ilave tatlı da eklemiyorum üzerine :)
evde nesfitim bittiğinden cepa-carrefour mağazasından ekonomik paket, şok, damping, indirimli nesfiti görünce sevinç içinde hemen aldım.
bundan sonrasına nestle'ye attığım mail ile devam etmek istiyorum.
nesfit yiyenlere/yemeyi düşünenlere naçizane tavsiyem ve uyarımdır, öperins!
"Sayın yetkili,
28 yaşında hamile bir bayanım. Hamileliliğim süresince sabah kahvaltısında düzenli olarak Nesfit yedim. gerek süt takviyesi yapmam gerekse içerdiği demir ve mineraller sayesinde güne iyi başlamamı sağlayan bir ürün nesfit. evde nesfit'imin bitmesi üzerine dün Carrefour Cepa- Ankara şubesinden Nesfit ekonomik paket aldım. Poşette 2 adet 450 gr olması hoşuma gitti. ancak bu sabah paketi açtığımda ekonomik olan tek şeyin fiyat değil aynı zamanda ürün olduğunu gördüm. neredeyse yarı oranında inceltilmiş taneler buldum karşımda. her neyse deyip yediğimde büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. zaten yüksek olan tat alma yetimin ekstra fazla olduğu şu günlerde yediğim şeyden zerre tat almamam, bilakis bende lastik çiğniyormuşum hissi oluşturması sabah sabah hayal kırıklığı oluşturdu bünyemde. kutunun üzerine tadının ve biçiminin de değiştiğine dair bir uyarı olsaydı almazdım. paramı çöpe atmış gibi hissediyorum kendimi zira bu halde nesfiti yemem mümkün değil. bunu sizinle paylaşmak ve mağduriyetimi bildirmek istedim. iyi çalışmalar."

hamiş: cevabi yazı gelirse ilkeli yayın politikam gereği onu da yayınlayacağım .

4 Mayıs 2010 Salı

tek başına bir adam

bazı filmler var ki izledikten sonra bünyemde bir daha izleme hissi oluşturan, onunla ilgili bir şeyler okuma, derinlemesine araştırma güdüsü aşılayan..
dün izlediğim a single man de bunlardan biri..
film christopher isherwood'un aynı adlı romanından uyarlanmış.
yorumlardan okuduğum kadarıyla şaşırtıcı derecede romana sadık kalınmış.
bir klasik olarak; kitabı okuyup filmde hayal kırıklığına uğrama fenomeni bu filmde çok aza indirgenmiş.
bu sebeple hemen kitabı edinip okuyası geliyor insanın.
filmin başrollerinde her ne kadar julianne moore'un da adı geçse de fim "tek bir adam"ın yani colin firth'ün performansı üzerine kurulu.
performans dışında görsellik olarak çok zengin bir film.
bu kadar güzel insanın bir arada bulunması, yönetmen koltuğunda oturan ünlü modacı tom ford'un başarısı muhakkak ki.
dönem filmi olmasının avantajıyla kıyafetler, makyaj, saçlar, ruh haline göre netleşip matlaşan görüntüler çok başarılı.
her zaman söylüyorum; erkek eşcinselliği cinsel açıdan estetik olmadığı gibi çoğunlukla antipatik bulunuyor.
öte yandan kadın eşcinselliğinden kat kat romantik olduğu da su götürmez bir gerçek.
eğer ben sevmem öyle erkek erkeğe öpüşme falan diyorsanız film rahatsız edici olabilir.
ama yaşattığı duygusallık , cinselliğin kat be kat ötesinde.
ellerine sağlık tom ford!
öperins!

3 Mayıs 2010 Pazartesi

baba, oğul ve kutsal damacana.

cumartesi günü, seğmenler parkı'nda sizin brajeshwari diye bildiğiniz, benimse canım burcu ablacığımla dobiçkoluğumun son demleri anısına fotoğraf çekimi yaptık.
poz vermenin ne kadar zor olduğunu, doğal durun dendiği zaman ne yapacağını bilememenin çaresizliğini yaşadık.
aslında düğün fotoğraflarında da aynı zorluğu yaşamıştık ama orda suratımdan eksik etmediğim ve yüz kaslarımın ağrımasına sebep olan yapma gülüşüm beni kurtarmıştı.
onu burada kullanmak istemedim, zira o kadar samimi ve güzel bir ortam vardı ki yapmacıkları çöpe atmamız gerekiyordu.
yattık, yuvarlandık, güldük, bolca sohbet edip güneşlendik, sakalllılarımızı yedik ve bu arada bir sürü fotoğraf çekindik..
çok keyifli bir cumartesi idi,..
burdan brajeshwari'ye bir kez daha teşekkür etmek istedim, tüm fotoğraflar harika!
sabah sabah rahatsız edip kendisine sormadığım için, burcu ablayla olan genç yetenek cihan'ın çektiği fotoğraflarımızdan -çok istememe rağmen- buraya koymuyorum.
siz baba, oğlu ve kutsal damacana ile yetinin.
bu esprimden sonra benle ilişkinizi kesmek isterseniz anlayışla karşılars, öperins!

**editasyon: ay yazmazsam çatlarım;
tayt: pazar
t-shirt:pazar
hırka: pazar
ayakkabı&saat: pazar değil
*pazaristanın sunduğu postumuzun sonuna geldik ama iğrenç esprilerimizden vazgeçemiyoruz, öperins!

30 Nisan 2010 Cuma

fark?

sevgili zeynep değirmencioğlu,
aslında sana olan kızgınlığım çok daha öncelere dayanıyor.
aylar önce yine sana bir mail atmıştım, cevap verme gereği duymamıştın.
şansından su grubunun kinci burcu değil de en şükelası olan yengeç burcuna mensup olduğumdan 2-3 ay triplenip sonra olanların üzerine perde çekmiştim.
hoş insanım vesselam.
geçen zaman zarfında yazılarını okumakla yetiniyordum ki, geçen yine bir hususta hislerimi paylaşmak amacıyla sana mail atma gafletinde bulundum.
bak gaflet diyorum kibarca zira yaptığımın salaklık olduğunu o zaman düşünmemiştim.
yahu şekerim; nedir bu kibirin sebebi?
benim bilmediğim bir popüleriten, şan-şöhretin mi var?
hağğ duruşumun, zekamın, kariyerimin hastası olabilirsin ama yine de bu kadar kaba olma rica edeceğim.
hadi ben neyse süper egom sayesinde seni takmayacak kadar olgunum da, başkalarına da bunu yapıyorsan ağlar, üzülürler.
ayrıca paylaşım için blog yazıyor isen geri dönüşlere de aynı şekilde ilgili olmalısın, benden söylemesi.
misalen geçen iki paket aldım; biri banyosuyu a.k.a nesciğimden, diğeri de canım hesi'den..içinden de bunlar çıktı. canlarımmm benim, her iki pakette de gözlerim doldu ki çoşku insanı değilimdir. insanın hayatında hiç görmediği kişilerce bu derece sevilmesi ve bilmukabele onları tanıyormuş gibi sevmesi blog mucizesi değil de nedir?! görüyorsun ya zeynepciğim; biz bu tarz şeylere paylaşım diyoruz sevgi diyoruz. maillere cevap vermeyeceksen oraya nal gibi mail adresini yazmayacaksın. sinirlendiğimden ya da kızdığımdan değil inan, sadece uyarayım dedim. ve insana önemsendiğini hissettiren tüm canım blogmatelerim; hepinizi öperim!

27 Nisan 2010 Salı

kuki muki

geçen gün bir yerde insanların isimleri ile müstesna olduklarını söylediler.
yani ismi, bir şekilde insanın hayatını etkiliyormuş.
durumdan vazife çıkararak "iyi o zaman herkes bana hediye alsın" dediysem de, senin alman gerekiyor diye hemen üste çıktılar.
oysa ben hediye almak konusunda çok ama çok başarısızım.
sevmem demiyorum ama sıradanlıklardan hoşlanmadığımdan hediye verirken ve de seçerken oldukça zorlanıyorum.
malumunuz veçhile yakın bir zaman önce 10. yılımızı şenlikler olmaksızın kutladık.
10. yıl olması münasebetiyle cihan'a farklı bir hediye almak istedim.
yaklaşık 4-5 sene önce pasta yapmaya merak sarmış, evde kendi kendine profiterol yapmış oldukça da başarılı olmuştu.
bunun üzerine bir pasta kitabı aldıysam da devamı gelmedi hevesin.
normalde bir erkeğe hediye edilemeyecek ama küçükken evde beze yapıp, arkadaşlarına dağıtan bir adam için ilgi çekici olabilecek bir fikir geldi aklıma.
yıllardır komşum olan funda pastanesinin açmış olduğu funda classy'de bir kurabiye tasarım kursuna yazdırdım onu.
açıkçası sever mi mutlu olur mu diye tereddüt ettim ama sonuç; mükemmel!
bunları da o yaptı, hem de ilk ders sonunda!
öğretmeni de o'ndaki üstün yetenek karşısında şaşırmış.
bunları görünce ben de şaşırdım, kendi tasarımı olan kalpli beşiktaş formasına bayıldım.
hemen kendime paye çıkararak, küçük emrah'ı keşfetmiş plakçı kadar sevindim.
başarılarının devamını diliyor ve kocaman öpüyorum canım ;)

16 Nisan 2010 Cuma

bu karayı al parayı.

efenim malumunuz yaş otuzlara yaklaştığından, "eskiden"le başlayan cümlelerimde gözle görülebilen bir artışın yanında, bu "eskiden"lerin çoğunuzun hatırlayamayacağı kadar eskiye dayandığı da bariz bir gerçek.
yine böyle bir cümleye az sonra başlayacağım ama önce çıkmak isteyen varsa çıkabilir.
neyse "eskiden" trt'de bir dizi vardı, ismini hatırlayamıyorum. (gugılladım süper nine imiş)
dizinin kahramanlarından biri üç kağıtçı campbell idi, belki daha önce de bahsetmişimdir bilemiyorum.
o günlerden ağzımıza babam sayesinde yapışan bu kahramanın adını, şimdi dahi düzenbaz kişiler için kullanırız aileCEK.
yani üç kağıtçı lafı 28 senelik yaşantımın 20 senesinde bilfiil kullandığım bir söz öbeği.
bugün sabah bekir coşkun'un yazınsını okurken farkettim ki bu üç kağıtçı bildiğin bul karayı al parayıcıymış.
bulunca da sanki ilk kez ben farketmişim gibi sevindim, ancak sevinmemle kendimden utanmam arasında o kadar kısa bir zaman aralığı geçti ki sevinmelere doyamadıııım.
sözcüklerin kökenine duyduğum ilgi hakkında sol tarafta bas bas bağırırken, şu yaşımda, bu ilgiyle bunu farketmiş olmanın utancını kaç saattir üstümden atamıyorum.
yazayım, kamuoyu ile bu utancımı paylaşayım, belki benim gibiler vardır ve hatta daha beteri bu yazıyla bunu anlamış olanlar olursa rahatlarım dedim.
yazımı yazdım, bekliyorum.
hadi öperins!

14 Nisan 2010 Çarşamba

aşkın 3650 günü


gün 1: sanki hiç gitmemiş hep var gibi
gün 365: bir sırrı herkesten saklar gibi
gün 730:sessizce sokulup ağlar gibi
gün 1095:beni bir şeylerden aklar gibi
gün 1460:koparmadan çiçek koklar gibi
gün 1825:hiç bozulmamış yasaklar gibi
gün 2190:geçmiş değil bugün gibi
gün 2555:yanımdasın
gün 2950:aklımdasın
gün 3285:gündüzümde, gecemdesin
gün 3650:çalınmasın, söylenmesin...

aşkın 3650. günü kutlu olsun!

10 Nisan 2010 Cumartesi

şu yazım ve akabinde gelen "the dreamers izle, sonra konuş" tavsiyeleri üzerine filmi hemen edinip izledim.
tabi ki louis garrel için değil, sanat için!
louis, uzvi bakımdan fena olmasa da(açıklama istemeyelim, izleyip görelim) tanrısal güzelliğini ve çekiciliğini göremedim ben the dreamers'da.
bertolucci'den sonra da görüşlerim aynıdır, kamuoyuna saygıyla duyrulur.

7 Nisan 2010 Çarşamba

büyünce ütopik dünyalara gitsem de jean seberg olsam,
kısacık kestirip saçlarımı içsem ilk sigaramı.

6 Nisan 2010 Salı







ya şundadır ya bunda dedim, 5 saat düşündüm, çıldırıp ikisini de mi alsam dedim. ona sordum, buna sordum, kafamı iyice karıştırdım.
en sonunda arı maya oldum, pişman değilim.





ankara'da bir pazar, venedik'te bir gece.

ankaralı olup ve/veya ankara'da oturan 16-40 yaşları arasındaki nüfusun hayatlarında en az bir kez "off ya, ankara'da yapılacak bir şey yok" dedikleri, demeyenlerin ise sopayla kovalandıkları artık bilimsel bir gerçek.
benim de 27 buçuk yaşımda olduğum ,16 senelik ikametim ve eşim münasebetiyNEN ankaralı olduğum hesaba katıldığında ağzımdan bu cümlelerin dökülmesi elbetteki içten değildi.
sosyal hayatımızı geliştirmeye yönelik gösterdiğim çabalar, minik misafirin gelmesine aylar kala daha da kuvvetli bir hal aldı.
her ne kadar aksine inanmak istesem de, toplumdaki genel kanı neticesinde çocuk olduğunda alışveriş merkezinden başka yere gidemeyeceğimizi düşünerek, sinema, tiyatro, bale, müze ne varsa geziyoruz.
pazar günü evde yapılan brunch (sadece saat itibariyle değil menü bakımından da) ardından, kaleye doğru yollandık.

rahmi koç müzesi- oyuncaklar bölümünden

uzun zamandır aklımda olan rahmi koç müzesi ve bünyesindeki geçici minyatür odalar sergisine gitmeden önce kale etrafı ve saman pazarı civarında ufak bir tur attık.müze çıkışında daha önce gramafon tamircisi iken dükkanını kafeye çeviren ve 45likler, plaklar ve tabi ki gramafon çalan gramafoncu ali'de çay-kahve molası verip, güneşin tadını çıkardık. kalabalıktan anladım ki burnumuzun dibinde neler oluyor da bir bizim haberimiz yok.

böylesine güzel bir pazarın ardından gel gelelim düne. uzun zamandır, bale-operaya gitmiyoruz diye, ankara dob tarafından sergilenen venedik'te bir gece'ye bilet aldım. aslında otopark'ın ve fuayenin boş olmasından işkillenemdim değil, zira şimdiye kadar gittiğim tüm temsiller tıka basa dolu oluyordu. 4 kere venedikte bulunmuş ama hiç gece kalmamış biri olarak venedik'te bir gecenin bu kadar felaket oalcağı aklıma dahi gelmezdi. eser türkçeye çevrilmiş, orkestra her zamanki gibi süper ancak müzik o kadar baskın ki türkçe dahi olsa ne dedikleri anlaşılmıyor. beni hafiften sıkıntı basmışken etrafıma bakmamla gülmem bir oldu, salonun yarısı uyuyor diğer yarısı da ya etrafa bakıyor ya da telefonu kurcalıyordu. bir teyze, uyuyan kocası ve oğlunu dürterek uyandırdıysa da, aldırış etmeden uyumaya devam ettiler. ama ilginçtir, horlayan olmadı. tabi ki beklenen son; kendimize bu işkenceyi neden yaptığımızı sorarak ilk perdeyle birlikte olay yerinden koşarak uzaklaştık. bundan sonra opera/operet mi? yo dostum yo! bir sonraki etkinlik yine ankara dob tarafından sergilenen üç silahşörler. bunun yanında haftada bir gün sinema etkinliğimiz de devam ediyor.kesmeyeceklerini bilsem yeni gençlik parkına da çok gitmek istiyorum ama daha melek yavruma doyacağım. öperins!

5 Nisan 2010 Pazartesi

avkat değil avukat yavrucum.

bugün 5 nisan.
avukatlar günü.
her ne kadar zaman zaman kendimi telefonda "avukat hgb" olarak tanıtsam da,
avukatlıkla bir türlü bütünleşemediğimden benim için pek anlam ifade etmiyor bugün.
yani içimde çılgın bir kutlama sevinci yok.
ama adettendir.
kutlu olsun.
ama senede bir gün değil her gün hatırlayalım avukatlarımızı..
önyargılarımızdan arınıp, tüm iyi niyetimizle...
öperins!

1 Nisan 2010 Perşembe

tamam zevkler ve renkler de, o da bir yere kadar.




bu resimde gördüğünüz beyefendi, 83 doğumlu fransız aktör louis garrel.
şimdi izninizle- ve tabi ki yazarların affına sığınarak- kendisi hakkında ekşi sözlükte yazılmış bir kaç entryi nakletmek istiyorum.
*taş tanımının yetersiz kaldıgı bir eros heykeli vakası kendisi. ben oyle vücüd, öyle bir kumral, öyle bir karizmayı yürüdügüm yollarda göremedim. by uzuntu ve muz kabuğu
*insanın bakmaktan gözlerini alamadığı oyuncu. by latoneus
*bu adama insan demek konusunda tereddütlerim var. sadece saçlar bile yarı tanrısal sıfatını hak ediyor. hele ki dremers filminde çıplak ten üzerine giydiği ceketle omlet yapma çabası yok mu... buradan sözlük kadınlarını toplanıp konuyu tartışmaya davet ediyorum. bu varlık tanrıysa neden hala tapınmıyoruz? ikinci sorum da bunu erkek bir insan evladı olarak değerlendireceksek, geri kalanla ne yapabiliriz? by summer of 1985
*insanın ruhunu sakatlar bu adamın bakışları. ses tonuyla bir olunca da bi tarafına inme indirir, daha da hayır beklenmez kendisinden. by charmofsmyrna

kör müyüm yoksa zevksiz mi? biri bana izah etsin, n'oluur?